Giriş
OKUYUCU İLE HASBIHAL
Ters Dönmüş Post Elbise
ir
"din bilimci", özellikle de "dinler tarihçisi" olarak,
Francis Bacon'un ifadesiyle "dinî duygu ve fırka
taassubu karışmış bir bakışaçısı"yla, tarihin dinî
"misyon"larını, her dinin 2
"tarihî değişim süreci" ni
incelediğim, "önceden özde var olan" la "sonradan var olmuş
olan" ve ondan sonra "fasıla"ları, yani dinlerin "hakikat"i ile
"realite"si arasındaki mesafeleri karşılaştırdığım zaman şu
sonuca ulaştım: 3
"Her dini, insanın kurtuluşunu uhdesine alan misyon
açısından değerlendirdiğimizde, sosyal gelişimde, -bilinç,
hareket, sorumluluk, insanî idealizm, sosyal bakışaçısı,
adaletçilik ruhu, onurunu muhafaza etme ruhu ve nihayet
gerçekçilik, tabiatçılık, maddi güçle uyum, bilimsel
ilerleme, yaratıcılık, medeniyet, fikrî mücadele ruhu ve
halkçılıkta... - Hz. Muhammed'in (s.) risâletinin, yani İslam
Dininin İbrahimî Tevhid mektebinden daha ileri, daha vâkıf
ve
daha güçlü bir risâlet tanıyamıyorum."
"Fakat aynı zamanda İslam kadar çökme doğrultusunda
ilerlemiş olan ve "önceden özde var olan"la "sonradan
olmuş olan" arasında tenakuz derecesinde bir mesafe açmış olan bir risâlet
de
tanımıyorum."!
"Eğer siz, günümüz İslâm'ını çökmüş olan diğer dünya
dinleriyle mukayese ederseniz, benim bu yargımı, doğru
bulmayabilirsiniz. Fakat böyle bir mukayese doğru değildir.
Her
hakikatin sapma derecesini, o hakikatin kendi serüveni
içinde değerlendirmek, ilk seyir çizgisi ve ilk hareket
noktasıyla ölçmek gerek."
"Ve
yine biz, aynı yöntemle, İslâm mezhepleri arasında
bir
mukayese yapsak, İslâm dahilinde bulunan Şia'yı, dinler
arasında İslâm'ı nasıl görüyorsak öyle görürüz."
Hayret!
Diğer dinlerin "hakikat'i ile "realite"si arasında
karşılaştırma yapıldığında "ihtilaf" kelimesi kullanılabilir.
Halbuki İslâm ve Şia'nın tarihî yazgısıyla İslâm ve Şia'nın
"tabiat"ı mukayese edildiğinde, böyle bir kelime, tam
olarak uygun düşmez. Onun yerine "tezat" veya "tenakuz"
sözcüğünü kullanmak, daha uygun olur. 4
Daha da şaşılacak olan şu ki!:
Bütün maddî, manevî, açık, gizli amil ve imkanlardan
oluşmuş bir güç, en güçlü ve en seçkin tarih felsefecileri,
sosyologlar, antropologlar, filozoflar, beşerî bilim
uzmanları, din bilimciler, sosyal psikologlar, siyasetçiler,
doğubilimcileri, İslâmbilimcileri, Kur'an bilimcileri, fakihler,
hikmet, irfan ve İslâmî edebiyat uzmanları ve Ortadoğu
halklarının sosyal geleneklerini, ruhî ve fikrî özelliklerim,
Ortadoğu toplumları ve düzeylerindeki zaaf noktalarını,
duyarlılıkları, sosyal ve sınıfsal davranışa özgü eğilimleri iyi
bilen kimselerden ibaret bir heyet görevlendirilmiş sanki.
Hangi amaçla? Elbette halkın ve çevrenin tam ve.bilimsel bir
incelemesini yapıp İslâm'ı derin bir şekilde tanıyarak, İslâm'ı
kelimenin tam anlamıyla "ters döndürmek" amacıyla... Zira
apaçık ortadadır ki söz konusu olan, bir dinin tabiî değişimi
ve
yıkılışı değildir. Bilakis İslâm'da ortaya çıkan şey "ters
dönmüşlük"tür. Bu öyle tam bir ters dönmüşlük ki tesadüfle
izah edilemez. Bu, tarihteki tabiî bilinçsiz faktörlerden,
yabancı kültürlerle karşılaşmadan doğmuş veya İslâm'a
girmiş olan milletlere özgü kavmî, sınıfsal ve geleneksel
görüşlerin tesiri altında
ortaya çıkmış ya da genellikle fikrî bir ekole veya dinî bir
imana etkide bulunan, onu değiştirip saptıran başka bir
tarihî, sosyal ve kültürel zorunluluk, şart ve sebeplerin
tesiriyle kendini göstermiş de değildir, aksine öyle
görülüyor ki İslâm'da bu ters dönmüşlük, çok bilinçli ve
gelişmiş olarak ortaya çıkmıştır; öyle ki İslâm'ın en ileri
itikadî ve amelî boyutları, en yıkık anti sosyal etkenler
haline gelmiştir.
İlginç olan şu ki burada da özellikle Şia, böyle bir yazgıya
sahiptir. Birbirine benzeyen iki tabiatın, benzer iki yazgıya
sahip olması, anlaşılır bir durumdur. Daha doğru, bir
ifadeyle Şia'nın, İslâm misyonunun en ileri tecellisi olduğu
gibi, bu ters döndürmede İslâm misyonunun fiilen çökmüş
görüntüleri haline gelmesi de tabiîdir.
Anladığım kadarıyla İslâm'ın, takipçilerinin bilgi, bilinç,
özgürlük, hareket ve onurlarını garanti altına alan,
hepsinden de öte, sosyal güç ve sorumluluk oluşturan en
ileri itikadî ve amelî boyutları, şu üçünden ibarettir:
Tevhid, Cihad ve Hacc.
Tevhid öğretiminin, okullarda son bulduğunu görüyoruz.
Sonra gündeme gelse bile sadece ilahî bilgelerin ve Rabbani
ariflerin toplantılarında gündeme geliyor. O da kelamî ve
felsefî tartışmalar, hayattan kopuk ve halka yabancı
zihniyetler ve daha çok da Allah'ın varlığının isbatı
biçiminde sözkonusu ediliyor. Yani tevhid değil gündeme
getirilen. Pratikte tevhid hiç demek! Yani hallolmuş bir
mesele!
Ve
bu daha ziyade düşmanın formasıyla oluyor, en
azından düşmanın çıkarına uygun olarak yapılıyor!
Ve
cihad! Tarihte bırakılmış, unutulmuş bir sözcük;
cihadın felsefesi olan emr bilmaruf nehy ani'il-münker ise
tekfir topuzu: düşmanın başına değil, dostun başına inen
topuz!
Ve
Hacc: Müslümanlar arasında her yıl tekrar edilen en
çirkin, en mantıksız eylem!
Ve
işte insanî kılavuzluğu, özgürlükçü ruhu ve devrimci
sorumluluğu, Ali'yi seven müslümanlara ilham eden, Şia'nın
kendine özgü en ileri itikadî ve amelî boyutları:
İmamet, Aşûra ve intizâr.
Bunlardan birincisinin, teklif karşısında tevessül aracı
olduğunu, ikincisinin "musibet" mektebi, üçüncüsünün ise
teslimiyet, zulmü ve fesat zorbalığını tevil felsefesi, ıslah
yolunda atılan her adımın ve adalet yolunda yapılan her
kıyamın peşinen mahkumiyeti felsefesi olduğunu
görüyoruz!
Bütün bunları bir siyasetle elde ettiler: "Dua kitabı"nı
kabristandan alıp şehre getirirken Kur'an'ı hayat şehrinin
içinden kabristana götüren ve ölülerin ruhlarına gönderen
bir
siyasetle.
Bu
siyaset, dinî ders havzalarında "usul"ü, İslâmî ilimler
öğrencilerinin önüne koymuş ve Kur'an'ı ellerinden alarak
öğrencinin odasının rafına koymuştur. Açıktır ki Kur'an hem
müslüman toplumun hayatını, hem de İslam'ı terketmiştir!
Onun yokluğunda her iş yapılabilir; nitekim her işi de
yapmışlardır!
Bir
aydın, kendi halkına karşı; bir müslüman, imanına
karşı sorumluluk duygusu taşır. Bir müslüman aydın ise iki
yönlü bir sorumluluğa sahiptir. O, hem imanının, aşkın
değerlerinin başkalaşımından, hem de halkının çöküşünden
ıstırap duyar. Onun gördüğü en büyük ıstırap ise
toplumunun, ölü bedene hayat veren, kör gözü görür yapan
Mesihî ruhlarla birlikte olduğu halde ölüp, gitmesi ve
görmez olmasıdır! Bu müslüman aydın İslâm ve Şia'ya -
müslüman topluma ve Şiî halka -karşı, özellikle İslâm ve
Şia'nın bu en yapıcı üç boyutuna karşı nasıl bir duyguya ve
ne
gibi bir sorumluluğa sahip?
Acaba sessiz kalabilir mi? Acaba Batılı bir ideolojiye
tutunmak, derde derman, halk için kurtuluş yolu mudur?
İslâm ve Şia'nın yazgısına karşı bu ruhanî ulemanın
sorumluluğu bulunduğunu bahane ederek kendi
sorumluluğundan soyulabilir, sonuçsuz beklemelerle
asırlarca oturabilir ve "entelce laflar ederek" varlık
gösterebilir mi? Eğer İslâm -özellikle İslâm'ın Şiî telakkisi-,
bilim ya da felsefede bir uzmanlık dalı değil de bir "misyon"
ise, o halde "insanlık" onun direkt muhatabıdır, bilinçli
aydın da ona karşı doğrudan sorumludur.
Ve
sen benim dert ortağım aydın! benim arkadaşım
aydın, sen ister kendini halk (insanlar) karşısında sorumlu
bil, istersen Allah karşısında sorumlu bil,
Pratikte seninle bizim işimiz bir, sorumluluğumuz aynı!
Zillete düşmemiz için düşmanın seçtiği yol, izzetimiz için
seçebileceğimiz en iyi kılavuzdur da.
Tam
da düşmanın bizi "gönderdiği" yoldan tekrar
"dönmek".
Kur'an'ı kabristandan şehre getirmek ve sonra dirilere
okumak, "raflar" m üzerinden indirmek ve derste açıp
okumak.
Kur'an'ı yok edememiş, fakat kapatmışlardır. "Kitab"ı
"teberrük edici şey" haline getirmişlerdir. O'nu tekrar "kitab"
yapalım, "çok okunan Kitap"! Nitekim Kur'an, "çok okunan
kitap" demektir.
Acaba dinî okullarımızdaki İslâmî derslerin
müfredatında Kur'an'ın da bir ders kitabı olarak kabul
edildiğini görebileceğimiz bir gün gelecek mi?
Acaba ictihad derecesine kavuşmak için Kur'an'ın da dinî
bir
kitap olarak zorunlu bir biçimde öğretileceği bir gün
gelir de biz de görür müyüz?
Eğer Kur'an'ı dinimize, hayatımıza ve mezhebimize
yeniden döndürürsek, O, Tevhidi, "dünya görüşü" olarak
bize yeniden kazandıracak. Hacc, cihad, imamet, şehadet
ve
intizar ise Tevhide hayat veren ruhlarına kavuşacaklardır.
Biz
de kendi hayat veren ruhumuza! Ve işte şimdi tevhide
kendi hayat veren ruhunu yeniden bulan Hacc'a geçebiliriz:
Tevhidi dünya görüşünde yer alan ve Tevhidin dünya
görüşü
olan Hacc'a! '
Yirmiüç Günde Yirmiüç Yıl
Uç
Hacc ve bir Umre'de edindiğim tecrübelerle sahip
olduğum düşüncelerin özü ve Hacc konusunda
söyleyeceklerimin tamamı, üç kitapta toplanmıştır:
Birinci Kitap: Bîst u Se
Sal der Bîst u Se Rûz [Yirmiüç
Günde
Yirmiüç Yıl]* başlığını taşımaktadır.
*Kitapta köşeli parantez içindeki ifadeler çevirene aittir. (Çev.)
Düşündüm ki her İranlı, Hacc için Arap yarımadasında
yirmiüç gün kalmaktadır. Nice yıllardır enine boyuna
Peygamberi düşünmekte, hayatını tahayyül etmekteyim.
Maalesef toplumumuzda Peygamber, bütün mezhebi
şahsiyetlerimizden daha meçhul kalmıştır. 5
Arada bir onun hayatından söz açılsa bile, bu da fırkasal
problemleri, kelamî ve tarihî kavgaları, Şiî ve Sünnî
ihtilaflarını ortaya getirmek için bir araç olsun diye
yapılmaktadır. Sonuçta daima Peygamberin öğretici ve
hayret verici hal tercümesinden özel ve sınırlı birkaç husus
tekrar edilmektedir; üstelik bu da sorgulayıcı, araştırmacı
bir
gözle, müstakil araştırıcı bir ruhla değil, aksine sabit ön
yargılarla; tek yanlı, önceden belirlenmiş, taklitçi ve
genellikle bağnazca mevzî almalarla yapılmaktadır!
Netice itibariyle birkaç yıldır, Peygamberin hayran
bırakan şahsiyeti, yüce ruhu ve cezbedici hayatına tamamen
garkoldum. Yirmiüç yıllık elçilik hayatını -Mekke'de yıl yıl,
Medine'de ay ay- derledim. "Tarih"te, bu "büyük ümmî
Peygamber"in hayatıyla ilgili okuduğum şeyleri, Peygamber
ülkesine ardarda yaptığım dört seyahat sonucunda
"coğrafya"da buldum. "Peygamber"in hayatını, Peygamber
ülkesine yerleştirdim. Bu temel üzere, Peygamber dönemi
Arap yarımadasının bir haritasını çıkardım ve o zamanın
bütün kabilelerini Arab yarımadasının mevcut coğrafî
haritasına yerleştirdim. Peygamber çağındaki Mekke ve
Medine şehirlerinin haritasını yaptım. Mekke'de, Medine'de,
Taif de ve bu şehirlerin çevrelerinde, gerek Peygamberin
gerekse Peygamberle, akrabalık, dostluk veya düşmanlık
yoluyla ilişkisi olmuş olanların ayak bastığı her yeri bu
haritada gösterdim. Seferlerinde takip ettiği bütün
güzergahları, bütün savaş sahnelerini, hayatının bütün
izlerini, -her nerede yaşamış ve her nereden geçmişseizledim.
Her
halükarda O'nunla hatırası olan bu şehir, dağ
ve
sahralarda her yeri buldum.
Bedir, Uhud, Hendek, Benî Kurayza, Hayber, Fetih,
Huneyn, Taif ve....cephelerinin ayrıntılı haritasını, Mekke ve
Medine'deki evlerin haritasını, hatta Benî Haşim Mahallesinin
müstakilen ayrıntılı krokisini, Mescid-i Nebevî'yi, eşlerinin
evlerini, Fatıma'nın Medine'deki
evini, Hatice, Ebû Talib ve Fatıma evladının evlerini,
İmamların, Ashabın tam adreslerini ve de büyük
düşmanlarının Mekke'de oturduğu mahali gösterdim....
Bugün Mekke, Medine, Taif vb. şehirlerin başkalaşmış
vaziyeti içerisinde bulunulabilsin, Peygamber'in yaşadığı
şehir ortamının, sosyal ve ailevî yaşamının tam tasviri
zihinde canlandırılabilsin, tarih canlı bir şekilde görülebilsin
ve
bizim canımızla bağlı olan ve o zaman, mekan ve
durumlarda hissedilebilsin diye....
Ve
böylece sen "ey İranlı Hacı kardeşim"! Bu yirmiüç
günde her yerde Peygamberle birlikte olabilirsin.
Peygamberin onüç yıl Mekke'de kalışının bir sembolü olarak
sen
de Mekke'de onüç yıl kalabilir; O'nun izini sürerek Taife
sefer yapabilirsin; O'nun gittiği her yere gidebilir, davet için,
savaş için sefere çıkabilirsin...
Ve
bu onüç yıllık Mekke hayatının ardından Muhacirlerle
birlikte Mekke'den Medine'ye hicret edebilirsin; Rebeze ve
Bedir yolundan geçerek Küba'ya ve ardından Medine'ye
girebilir; Medine'nin Peygamber'den ve ailesiyle dostlarından
bir
iz taşıyan her sokağını, her noktasını dolaşabilir,
yüreğinde hissedebilirsin. Akabinde Hayber'e, bu ıssız,
suskun, el değmemi sanki ondört asır önceki haliyle kalmış
olan vadiye sefer yapabilirsin. Rutubetli hurmalıklarının
derin esrarengiz sessizliğinde, çevreni kuşatan dağların
zirvesindeki 'Yahudi' kalelerini görebilir, birer birer
tanıyabilirsin. Orada, hâlâ bu vadinin hatıralarla dolu
sessizliğinde çınlamakta olan "Ali'nin gökgürültüsü gibi
feryadı"nı duyabilir, onun eser ve izlerim dünya gözüyle
görebilirsin: ferah kalenin keskin inişindeki Ali mescidini -ki
burası, onun askerî üssü olmuştur-, Ali pınarını, hâlâ
görünmekte olan kaleleri, metruk evleri ve ıssız Hayber
hurmalıklarını temaşa edebilir, seyre dalabilirsin...
Ve
o serüvenlerde, o topraklar üzerinde, Bedir, Uhud,
Hayber, Hunenyn ve Mekke'de... sergilenen savaşların,
sahne ve cephelerin ayrıntılı bir haritasını da görebilirsin...
Evet, Medine'de Peygamberle birlikte on gün
yaşayabilirsin, O'nun burada on yıl kalmasının anısına!
O'nun gittiği her yere gidebilir, oralarda Ali'yi de
görebilirsin. Birer birer Ashabı ve Ashabın
evlerini de tabiî. Bugünün Medinesi'nde Medine'nin
geçmişim bulabilirsin.
Ve
böylece heyecan, aşk, coşku, hareket ve cihad dolu
İslâm tarihinde yerini alabilir, insanlık tarihinin bereket
dolu yirmi üç yılı içerisinde, kendini Muhacirim ve Ensar
arasında bulabilirsin. Hacc'la birlikte İslâm tarihini ve
Peygamberin sîretini bu şekilde görebilirsin. Genellikle
beyhude beklemeler, boş sözler, alış-veriş, alışveriş
temaşası, alışveriş hakkında sohbet içerisinde heder olan
ömrün en özgür zamanlarında, en amade hallerde, en aziz
zemin ve zamanda, sen ey müslüman kardeşim! İslâm'ın
beşiğinde Hacc'la birlikte, İslâm'ın değişim getiren
mükemmel, dakik, zinde bir devresini öğrenip tecrübe
edebilir, yaşabilirsin.
İbrahim'le Sözleşme
Hacc konusunda tedvin ettiğim ikinci kitap,
Mîad bâ
İbrahim [İbrahim'le Sözleşme]
adını taşımaktadır. Bu kitap,
Adem, İbrahim ve Tevhid'i, İslâm'ın insanî misyonu ve tarih
felsefesini, "Tevhid" ve "şirk"in fikrî, tarihî, sosyal, ahlakî
veya antropolojik rolünü, Hacc'ın simasının ana hatlarını ve
Hacc felsefesini konu edinmektedir.
Menâsik
Üç
kitaptan üçüncü kitap ise elinizdeki kitaptır ve
Menâsik adını taşımaktadır.
Menâsik, "ne-se-ke" [nüsk]
kökünden gelen "mensek" 7
kelimesinin çoğuludur. Kelimenin
içinde ne gibi anlamlar bulunmaktadır? Prestij, zahidlik,
riyazet, Allah karşısında huşu, insan, Allah'a yaklaştıran şey,
elbiseyi yıkayıp temizlemek, eve varmak, doğru ve güzel
yolda yürümek ve yürümeye devam etmek, Allah'tan gelen
her
hak, Allah'a sunulan şey, kan ve kan tazminatı...
Bu
anlamlara göre;
nâsik insan: âbid, zahid insan.
Nâsik yer: üzerine yeni yağmur yağmış yemyeşil güzel
yer,
Mensek: tanıdık, dost memleket. Gönlün ülfet ve bağ
kurduğu diyar, Allah'ın her ümmetin ayakları altına serdiği
dosdoğru yol.
Ve
Menâsik
ne Hacc'ın adabı ve amelleri hakkında tam
bir
fıkhî risale, ne de bu âdabın felsefesi, bu amellerin yorum ve
analizi hakkında fikrî bir risaledir; aksine Hacc'daki adâb ve
amellerin özel adıdır
"Menâsik". Bu, İslam'ın bizzat
ona
verdiği isimdir. Bu da benim, "topluluk" halinde "zaman"a
bağlı olarak yapılan "düzenli hareketler" bütünü şeklinde
yaptığım Hacc tarifimin, bu isimlendirmeyle uygunluk
oluşturduğunu göstermektedir.
Bu
kitap, Allah'ın bu aciz kulunun sözkonusu âdab ve
ahkam konusundaki yorum ve çözümlemelerini ihtiva
etmektedir. Hiçbir müslüman, Hacc merasimini bu kitaba
göre algılamakla görevli değildir:
Menâsik,
fıkhî bir risale
değil, fikrî bir risaledir. Benim tek yaptığım, "Hacc
Menâsik"ini yorumlamaya çalışmaktan ibarettir; üstelik de
bir
ruhanî veya bir İslâmî mercii olarak değil, "müslüman bir
hacı" olarak yaptım bunu. Elbette müslüman bir Hacının
Hacc dönüşünde Hacc'dan ve Hacc makamında
gördüklerinden söz etme hakkı vardır, nitekim söz
etmektedir de. Diğerlerinin de onun sözüne kulak verme
hakları vardır ve kulak da vermektedirler. Bu, sadece bir
"hak" değil, ayrıca bir ananedir de; Hacc ziyaretçisi, Hacc
dönüşünde -halkın yolcuyu görmeye gittiği seyahat adeti
gibi değil- akrabalarını, tanıdıklarını, dostlarını ve
komşularını davet eder. Bu gelenek dolayısıyla, her yıl Hacc
meselesi düşünce ve zihinlerde şekillenir, bahis konusu
edilir, her kes, Yaratan ve yaratılanlarla olan miadında "elde
ettiklerim", kendi memleketine getirir, kendi toplumuna
armağan eder. Bu, her yıl gücü yeten azınlığın pratik olarak
ve
gücü yetmeyen çoğunluğun teorik olarak Hacc'a katıldığı
"büyük Hacc öğretimi"dir. Eğer bütün bir dünyadan, en
uzak köy ve en geri kalmış kabilelerden Hacc'a gelen bir
milyondan fazla müslümanın eğitim ve öğretiminden
sorumlu olanlar, Hacc karşıtı lüks gösterimlerinde, çirkin
aristokratizmlerde, yemede, içmede, uykuda, sağlıkta ve
sefer hediyesinde gösterilen dikkati ortaya koysalardı,
amellerin yapılış şeklinde, yani dış görünüşünde sergilenen
bağnazlık, titizlik, kılı kırk yarma ve vesvesenin binde biri,
Hacc'ın içeriği ve manasını idrak etmede sergilenseydi, evet
böyle olsaydı, o takdirde Hacc, her yıl, yüzbinlerce gönüllü,
iştiyaklı ve hür temsilciyi, bir aylık teorik ve pratik
İslâmbilimi boyunca Hacc
ruhuyla, İslâm misyonuyla, Tevhid mektebiyle ve müslüman
milletlerin yazgısıyla tanıştıracak bir ders dönemi olabilirdi.
O
zaman Hacılar ülkelerine, şehir ve köylerine, iş, hayat ve
iman çevrelerine dopdolu elleri ve yürekleriyle dönebilir,
kendi öğrendiklerini halklarına öğretebilirlerdi. Böylece
Hacc, her yıl, berrak düşünce ve imanıyla müslüman ümmeti
sulayabilen coşkun bir zemzem olacaktır; "Hacı", öptüğü taş
(Hacer-i Esved) yemininden başka ömrünün sonuna kadar
karanlık çevresini aydınlatabilen bir nur taşıyıcısı olacaktır.
Her
Hacı, kendisinin ve çevresindeki insanların idraki
düzeyinde, en azından evde oturduğu günlerde, dost
akraba ve meslekdaşlarından dörtyüz kişiyi tekrar edilip
duran, basit, mide bulandırıcı hatıra ve olayların dışında
Hacc okuluyla tanıştırsa, her yıl, bütün dünya
müslümanları, bir milyon beşyüz bin Hacc öğretmeni
vasıtasıyla öğretim görmüş olurlar. İslâmî gelenekte bir
müslüman, insanları, kendisini görmeye iki konuda davet
etmelidir: biri, Hac; diğeri, ölüm!
Yılda bir kez, belirli bir zamanda Hacc'ı düşünmek için!
Ve
ölümü düşünmek için!
Ölüm!...Onun belirli bir zamanı yoktur. Ölüm, kurbanına
haber vermeden gelir. Ancak ölümün seçtiği kurban, seni
haberdar eder:
Aklını başına al!
Ölüm vakti sana da gelip çatar.!
Vakit! Ölüm vakti!
Hacc, diğer dinî veya dinî olmayan hüküm ve ameller
arasında müstesna bir yere sahiptir.
Namaz, "ruhun, evrenin manevî merkezine, varlığın
büyük mabûd ve maşukuna doğru yaptığı gezinti"; Victor
Hugo'nun ifadesiyle "küçük bir sonsuz"un, "büyük bir sonsuz"
karşısında duruşudur.
Bu
"somut, sabit bir kavram"dır. Tabii ki farklı
derecelerde.
Cihad, bir "akîde savaşı"dır. Elbette onu anlama dercesi,
mücahidin düşüncesinin derinliğine bağlıdır. Oruç da
böyledir, Zekat da...
Fakat Hacc böyle mi?
Haccı somut bir kavram ve ifade ile tarih etmek
mümkün mü?
Hacc nedir?
Bu
soruya, düşünen Hacıların sayısı kadar değişik
cevaplar verilebilir. Hacc, hangi manasıyla anlaşılırsa
anlaşılsın, "kendi"nden "Allah"a doğru
"halk"/yarıtılmışlar/la birlikte yapılan bir harekettir.
Hacc, "Müteşabih bir hüküm"dür..., Müteşabih âyet
gibi...! Kur'an'daki ayetler iki kısımdır: Muhkem ve
Müteşabih.
Muhkemler, tek boyutlu ayetlerdir. Açık, sabit manası
olan sözlerdir.
Müteşâbihler ise çok boyutlu ayetlerdir. Zihni değişik
yollara sevkeden, bir kaç mânânın anlaşıldığı sözlerdir.
En
zengin, en esaslı mânâlar, "müteşâbihât" kapsamında
gizlidir. Her çağda ve her keşifle, bu âyetlerin sayısız
batınlarından bir batın açılır; düşünce ve duyguların değişim
ve
gelişiminde, beyanın sırlarla dolu karmaşık dokusu
içerisinde bu ayetler daha bir açılır, daha bir aydınlanır.
Şifreli sedef içindeki bu Müteşabih ayetler, gelecek
yüzyılların dalgıç düşüncelerinin avlayıp sökmeleri gereken
şeyi, bugünün ve dünün kem gözleri ve kaypak
düşüncelerinden saklamışlardır.
"Kur'an'ın sözü"nü sade bir mesaj yapan, bu Müteşabih
ayetlerin çok renkli, yüzlerce kenarlı prizmasıdır.
Mesajındaki sadelikten dolayı, onları, bir çöl bedevisi
kolayca anlayacağı, kendisini ona muhatab göreceği gibi,
medenî bir filozof da onun sanatsal mucizesi, manevî
zenginliği ve fikrî kurgu derinliğinden hayrete düşer, bu
filozofun araştırmacı düşüncesi ve anlam bulucu gönlü,
onun sonuna erişemez, onu aşamaz!
Bu
Müteşabih ayetlerdir ki bu kitabın ebedîliğini,
etkinliğini, öğreticiliğini, sürekli tazeliğim; her şeyi çürüten,
köhne yapan ve öldüren zaman sürecine ve de "kevn. ve
fesad", "ölüm ve hayat" yeri olan zemine karşı korumuş,
teminat altına almıştır.
Benim gözümde, hükümler de ayetler gibi muhkem ve
müteşâbih diye ikiye ayrılır. Cihad, bir "muhkem
hüküm"dür. Hacc ise bir "müteşâbih hüküm"! Bu "müteşâbih
hükm"ün anlaşılmasını zorlaştıran,
onu
beyan etmek için seçilen dilin, "remizli bir dil",
bugünkü ıstılahıyla sembolik dil oluşudur.
Bunun anlaşılmasını daha da zorlaştıran şey ise, bu
"sembolik dil"in "lafız" değil", "hareket" oluşudur.!
Ve
sessiz bir hareket!
"Remzî hareketler"le açıklanmış olan "müteşabih bir
hüküm"!
Ve
Haccı müteşabih kılan sadece "dil" değildir. Onun
müteşabih içeriği vardır!
Niçin böyle?
Zira Hacc, içindekileri, bir çağda, bir neslin gözü önüne
çıkarıp koyacak ve batınını, bir "kavrayış" ihtiyacı ve bir
"duygu" gücü için sofraya getirecek kadar basit birşey
değildir. O takdirde gelecek asırlar için tekrarlanan bir
gelenek haline gelir ve gelecek nesiller için kalıpsal
seronomilerden, taabbüdî bir hükümden, abes ruhsuz,
bomboş, kelamsız, rolsüz, nakışsız, köhne, bitmiş ve tarihte
kalmış bir şeyden ibaret olurdu!
Bu
durumda Hacc, bir akideyi, bir prensibi ve bir
"değer"i ortaya koymayacaktır. Halbuki gerçek bir Hacc,
İslâm'ın ta kendisidir. İslâm, "kelimeler"le Kur'an;
"insanlar"la imamdır.
Ve
"hareketler"le de Hacc!
Öyle anlaşılmaktadır ki Allah, insana anlatmak istediği
her
şeyi, Hacc'da ortaya dökmüştür!
Varlık felsefesi ve dünya görüşünden tutun insanın
yaratılış felsefesi, tarihin seyri ve insanî tekâmülün
aşamalarına -İnsanın toprak üzerine ilk ortaya çıkışından,
nihaî kemalinin en son kalesine kadar her şey... Ve yine
insanın öğrenmesi gereken şeyler ve İlahî miracına
yükselebilmek için kullukta katetmesi gereken aşamalar...
Ve
nihayet, "beşer türü" nün tekvini projesi ve "örnek beşerî
ümmetin teşkili planı, "beşerî ferd"in tekâmülü ve "ebedî
değişim"in esası, "sabit düzen", "zamanla tam bir uyum",
"sosyal asalet" ve genel olarak "bir topluluğun, Mutlak
Ebediyet'e, sonsuz Kemâl'e doğru bilinçli, seçkin hareketi"
"Allah"a doğru hareketi...!
Evet:
Hidayet meselesi, ahlakî değerler, imamet, ümmet,
mekteb, tarihî "ittisal", beşerî "toplumsallaşma" kültürel
"kollektivite", siyasî "ittihad", sınıfsal vahdet, kavmî
vahdet, itikadî vahdet, yol, hareket, yön, rehberlik, hedef,
sorumluluk, ideoloji, fedakarlık, takva, bilgi, bilinç,
vukûfiyet, seferberlik, hazırlık, silah, strateji, cihad,
şehadet, aşk, kan, zafer, özgürlük...
Tevhidi dünya görüşü ve varlık felsefesinden tutun
savaş, ayrımcılık, ve açlıkla mücadeleye kadar her şey!
Hem
Allah, hem ekmek!
Hem
kulluk, hem kurtuluş!
Hem
"kendini yetiştirme", hem "ferd"in "ümmet'te
erimesi.
Kendini "halk"a feda etme; ama kendin için değil.
Halk için de değil;
sadece Allah için!
Acaba benim Hacc'dan anladığım nedir?
Esasen öncelikle şu soruyu cevaplandırmak gerek :
Temel olarak Hacc'dan ne anlaşılabilir?
Hacc, genel bir bakışla insanın Allah'a doğru varlık
seferidir; Ademoğullarının yaratılış felsefesinin sembolik
gösterisi; bu felsefede ortaya konan şeyin nesnel
tecessümüdür. Tek kelimeyle Hacc, "yaratılış tiyatrosu"dur.
Aynı zamanda "tarih tiyatrosu", aynı zamanda "Tevhid
tiyatrosu"dur. Yine Hacc "mekteb tiyatrosu", "ümmet
tiyatrosu", (İslam'ın insanlar arasında kurmak istediği örnek
itikadî toplumun tiyatrosudur.... Ve nihayet Hacc,. "insanın
yaratılışı" nın ve "İslâm mektebi" nin sembolik bir
gösterimidir. Bu gösterimin yönetmeni Allah, dili ise
harekettir. Asıl karakterler: Adem, İbrahim, Hacer ve İblis;
Sahneler: Harem ve Mescid-i Haram bölgesi, Sa'y,
Arafat, Meş'ar, Mina.
Semboller: Ka'be, Safa, Merve, gündüz ve gece, gün
batımı ve gün doğumu, put, kurban.
Elbise ve süs: İhram, tıraş ve taksir...
Bu
tiyatroda oyuncular kim?
-
Bu daha da şaşırtıcıdır
Hacc
hacc: ahenk, niyet ve yönelme, yani hareket ve aynı
zamanda cihet-i hareket. Her şey; kendini, kendinden,
hayatından, bütün bağlarından koparmakla başlıyor. Yoksa
sen, kendi şehrinde sakin değil misin? Sükûnet mi? Sükûn mu?
Hacc, nefy-i sükûn; hayat, hedefi
bizzat kendisi olan şey,
yani ölüm; bir tür soluk alıp veren, can taşıyan ölüm,
murdar yaşama, bir nevî bataklıklı var oluş.
Hacc: akıcı ol!
Hayat, döngüsel bir hareket, kısır döngü, boş, anlamsız,
tekdüze git-geller... Peki işin aslı? Yaşlanmak, gerçek sonuç
mu?
Çürümek. Tek düze ve aptalca bir sallantı. Acımasız bir
işkence. Gündüz, geceye bir giriş, gece de gündüze. Ve:
Ölünceye değin ömür ipini kemirerek kısaltan bu iki siyah
ve
beyaz farenin soğuk mükerrer oyunuyla oyalanmak.
Hayat mı? Temaşa; sonuçsuz, anlamsız sabah ve
akşamların seyri. Tatsız, sonu gelmez bir oyun... Zamanın
yoktur... Her ıstırap, telaş, intizar... Vakit bulduğunda elde
ettiğin şey, bir hiç, boş, abes felsefesi, nihilizm...
Ve
Hacc: Senin bu aptalca cebre, bu anlamsız lanetli
yazgıya karşı isyanın. Kararsız, sallantılı, tereddütlü ve
döngüsel hayattan, tüketim için üretim, üretim için
tüketimden kurtuluşun.
Hacc, ucu kaçmış bir yumak gibi, varlığını açar. Bu kapalı
daire, "devrimci niyet" ile açılır, yola koyulur, ufukları
işaret eder. Dosdoğru bir seyir çizgisinde ebediyete, başka
bir
yöne, "O"na hicret eder!
"Kendi evin"den "Allah'ın Evi"ne, "halkın evi"ne hicret! Ve
sen
her kim olursan ol, insan idin, Adem'in evladı idin;
fakat tarih, hayat, insanlık dışı sosyal düzen seni
çirkinleştirmiş, kendine yabancılaştırmış, âline kılmış, seni
kendinden, o fıtrî özünden uzaklaştırmıştır. Zerreler
Aleminde insan idin, Allah'ın halifesi idin. Allah'ın
sohbetdaşı idin, Allah'ın özel emanetçisi idin. Tabiatın
sahibi, Allah'ın yakını idin, Allah'ın ruhu sana üflenmişti.
Allah'ın özel öğrencisiydin. Allah sana bütün isimleri
öğretmiştir. 8 Allah sana kalemi
öğretmiştir. Allah seni
kendine benzeterek yaratmıştır.9
Seni yaratmış ve kendi
yaratığı olan sana büyük bir makam vermiştir. Seni yaratıp
kaldırmış, uzak ve yakınındaki bütün melekleri ayağına
kapandırtmıştır. Bütün melekleri sana boyun eğdirtmiştir.
Yer, gök ve onlarda var olan her şeyi senin güçlü ellerine
bırakmıştır. Senin yanına gelerek kendi öze emanetini
omuzlarına yüklemiştir. Seninle anlaşma yapmış, seni
toprağına getirmiştir. Senin fıtratına yerleşmiş, seninle
yuvadaş olmuştur.10 Ne yaptığını
görmek için seni
gözetlemede kalmıştır.11
Sense tarih caddesini önüne katıp yola düştün, Allah'ın
"emanet" yükü omuzunda, Allah'ın sözleşmesi elinde,
Allah'ın sana öğrettiği isimler yüreğinde, Allah'ın ruhu,
"varlığının" bedeninde ve...
Bütün sermayen "Asır". İşin ne? Bütün yaptığın
sermayeden yemek! Hayatının hüneri ne? Zarar etmek;
kardan zarar değil, sermayeden zarar: "Hüsran". "Ve asra
andolsun ki insan daima ziyandadır". Bunun adı da yaşamak
oluyor! Sen şu ana kadar ne yaptın? Güya yaşadın!
-
Şimdi elinde ne var?
-
"Kaybettiğim yıllar"!
Ne
hale gelmişsin? Ey Allah'ın siması üzere olan! Ey
Allah'ın emanetinden sorumlu olan! Ey Allah'ın meleklerinin
secde ettiği! Ey Allah'ın yeryüzendeki halifesi! Evrendeki
halifesi!
Para oldun; şevhet oldun, işkembe oldun, yalan oldun,
vahşileştin, yırtıcı oldun, kof, içiboş oldun, bomboş! Yoksa
dopdolu mu! Olsa olsa çamurla dolu, başka birşey değil, bir
hiç! Başlangıçta çamurdan, murdar bir kalıp idin. "Hamein
mesnûn": pis, kötü kokan çamur! Allah, bu çamur olan
"sana" kendi ruhundan üfledi! Hani nerede o ruh! Ahuraî
ruh, Allah'ın ruhu! Ey çamur yiyen karga! Varlığını bu
bataklıktan, yaşamını bu çamur deryasından kurtar! Kendini
hemen sahile at, ey çürümüş beden, ey çamur ceseti! Bu
"utanç verici" şehir, bağ ve bayındırlıktan, yarımadanın
güneş çölüne baş koy; kuru, kızgın, kum deryası çölünde,
Vahyin yağdığı göğün altında Allah'a yönel. Ey kurumuş,
sararmış, boşalmış ney! gurbet, sürgün ve yabancılıktan
inle dur! Ey yabancıların, düşmanların eğlence aracı! Ey
başkalarının dudaklarına tatlı melodiler konduran! Kendi
sazlığına yönel.
Buluşma Zamanı
Şimdi, kapı çalma zamanı gelmiştir; vakit, kapı çalma
vaktidir. Zilhicce'dir, Hacc ayı: Hürmet ayı. Bu ayda kılıçlar
dinlenmeye çekilmiş, savaş atlarının kişnemesi, savaşçıların
ve
kılıç kuşanmış olanların naraları çölde sessizliğe
gömülmüştür.
Savaş, kin ve korku, yerini barış, perestiş ve güvenliğe
bırakmıştır. Halkın, Allah'la görüşme zamanıdır;
Mevsim'inde gitmek gerek oraya. Allah'ın yatıma, insanlarla
birlikte gitmek gerek. İbrahim'in yeryüzündeki çağrısını
duymuyor musun?:
"İnsanların içinde Hacc'ı duyur; gerek yaya gerekse uzak
yollardan gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana
gelsinler." 12(Hacc,
27)
Ve
sen ey çamur! Allah'ın ruhunu ara. Geri dön ve
O'ndan bir haber al. Kendi evinden O'nun Evi'ne yönel. O,
Evi'nde seni beklemektedir. Seni çağırıyor: Davetine lebbeyk
de!
Sen
ey hiç bir şey olmayan! Sen, sadece "O"na doğru yol
almadasın, başka bir şey değil. 13
Zaman, buluşma zamanıdır. Pis, zelil, utanç verici ve
hakir hayatının sıkıcılığından, yani dünyadan, boğucu ve
kapalı ferdiyet kafesinden, yani nefsinden kendini kurtar:
O'na yönel, insanî ebedî hicret adresine, Allah'a doğru
sonsuz insan olmaya: Hacc'a yönel!
Borçlan ödemek, keder ve sıkıntılardan kurtulmak, kahır
ve
kırgınlıkları atarak barış yapmak, hesapları kapatmak,
diğerlerinden helallik dilemek, yaşamını, ilişkilerini,
suretini, birikim ve kazanım-larını aklamak, evet bütün
bunları, hemen burada ölecekmişsin, sanki bir daha
dönmemecesine gidiyormuşsun gibi yapmak, son veda
anının bir sembolü, insanî yazgının bir işareti, ebediyyete
kavuşmak için bütün her şeyi kesip atmanın bir göstergesi
ve
dolayısıyla: vasiyetin bir ifadesidir, yani ölümün işareti,
ölüm için bir provadır. Ölüm ki bir gün seni zorla seçer...
Sen
şimdi Haccet, sonsuzluğa yönel, Allah'la görüşmeye,
Hesab Gününe, artık "amel edemeyeceğin" yere:
mahkemeye; kulak, göz ve kalbini yargılayacakları, tek tek
hesaba çekip sorgulayacakları mahkemeye.
"... Şüphesiz kulak, göz
ve kalbin hepsi bundan sorumludur".
(İsra, 36)
Sen
sorumlu olduğun gibi bütün organların da sorumlu.
Ve
sen orada amellerinin imansız ve acımasız saldırısı
karşısında âciz bir kurbandan başkası değilsin.
O
halde şimdi "dâr-i amel"de [amel yurdu] iken, kendini
"dâri hesâb"a [hesap yurduna] yolculuk için hazırla. Ölüm
için idman yap. Bir bakıma ölümü prova et. "Ölmeden önce
öl."!
Ölümü, şimdi ölüm göstergesiyle seç, ölüme niyetlen ve
yönel.
Haccet
!
Hacc mı?... Hacc, O'na dönüşün bir göstergesidir; O,
mutlak ebediyettir, O, sonsuzdur. O'nun sınırı, ucu-bucağı
yoktur.
"O'na" dönüş, mutlak kemâl, mutlak iyilik, mutlak
güzellik, mutlak güç, ilim, değer ve hakikate doğru hareket
etmek; yani Mutlak'a doğru hareket, mutlak kemâle doğru
mutlak hareket, ebedî hareket demektir. Yani sen, bir
"ebedî oluş"sun, bir "sonsuzluk hareketisin. Allah senin
"durak yer"in değil, "maksad"ındır. Allah,
senin seyri sefer çizginin en son noktası değildir. Seçim
seferin, ebedî hicretin, öyle bir cadde, öyle bir yol
üzerindedir ki onun son noktası yoktur. Senin üzerinde
gittiğin yol, asla bitmeyecek bir yoldur. Mutlak gidiştir yani.
Allah, senin kainattaki ve kendi varlığındaki bu
hareketinde, ebedî değişim, hareket ve hicretinde, "yön"
göstericidir, bir durak, bir son nokta değil.
Tasavvuftaki gibi "Allah'da" ölmek, "Allah"da kalmak
değil.
İslam: "Allah'a doğru" gidiştir.
"Şüphesiz biz, Allah içiniz ve O'na dönücüleriz."
(Bakara,
156)
"Bilin ki işler Allah'a döner"
(Şuara, 53)
"Fena" değil, "hareket",
"Fîh" (O'nda, içinde) değil, "ileyhi" (O'na).
Zira Allah senden uzak değildir ki ona kavuşasın.
Allah senden daha yakındır:
Kime?: Sana.
Ve
Allah, ulaşılabilmekten, ulaşılabilecek olandan
uzaktır, münezzehtir.
Kimin ulaşabileceğinden? : Herkesin, her şeyin!
Zaman "buluşma zamanı"dır. Vakit gelip çatmıştır.
Görüşme zamanı yakındır. Mikat'a git buluşmak için! Ey
Allah'ın davetlisi! An, görüşme anıdır! Buluşma zamanıdır,
mikattır, miaddır.
Ey
çamur! Allah'la görüş! Sen ey Allah'ın yakını, meleklerin
secde ettiği! İnsan, Allah'ın dostu (enîs), Allah'ın tek büyük
dostu (celîs) 14
tarih seni başkalaştırmış,
yabancılaştırmıştır,
hayat, seni bir hayvana dönüştürmüştür. Ve ey sadece O'na
kulluk edeceğine ve O'nun dışındaki bütün ilahlara baş
kaldıracağına dair Allah'la sözleşme yapmış olan sen! Bu
sözleşmeye rağmen şimdi tağuta kulluktasın; puta, "kendi
yonttuğun şeye" kul oluyorsun!
Evrenin İlahı'na, insanların İlahı'na, kendi İlahı'na değil,
yeryüzü tanrılarına kul olmuşsun ey "zalûm"! Ey "cehûl"! Ey
hayat alışverişinde "zarar eden"! Ey, zulüm, cehalet, ziyan,
zillet ve ihtiyaç kurbanı; korku, hırs ve tamahkarlıkların
oyuncağı!
Ey
ki hayat, toplum, tarih seni "kurt" yapmıştır, veya
"tilki", "fare" ya da "koyun"!
Zaman "buluşma zamanı"dır: Haccet! Mîkât'a git, İnsan'ın
büyük Dostuyla, yani seni insan yaratan Dostla randevun
var.
İktidar saraylarından, servet hazinelerinden, dırar ve
zillet mabedlerinden ve çobanı kurt olan koyun sürüsünden
kaçıp kurtul, kaçmaya niyet et ve Allah'ın Evi'ni, insanların
evini Haccet.
Mîkât'ta İhram
Mîkât 15,
gösterinin başladığı an, gösterinin sahne arkası.
Ve
sen ki Allah'a yöneldin ve şimdi Mîkât'a geldin! Öyleyse
elbiselerini değiştirmelisin. Elbise: Seni, senin insanlığının
içini üzerine alarak giyinen şey. Elbise, insanı giyer
gerçekten. Bir de insan elbiseyi giyer derler: Ne büyük bir
yalan! Elbiseyle insan insanlığım gizler; kurt, tilki, fare
veya koyun elbisesi içinde kendini gösterir. Elbise bir
hiledir, bir "küf r" dür. Elbise (libâs) kelimesinin manidar bir
anlamı da vardır. Bunu "iftiâl" babında "iltibas" kelimesiyle
anlamak mümkündür. İltibas, iştibah, yani yanılmak
demektir!
Elbise, göstergedir, işarettir, hicabdır, simgedir,
derecedir, rütbedir, unvandır, imtiyazdır. Elbisenin rengi,
modeli ve cinsiyle bütün her şeyi;
"ben" demektir.
"Ben" demek, "sen" demek değil, "siz" demek değil ve
"biz" demek de değildir. Yani büyüklük taslama ve
dolayısıyla "ayrımcılık", yani "sınır" ve dolayısıyla "tefrika"
demektir. Bu "ben", soydur, kavimdir, tabakadır, sınıftır,
gruptur, ailedir. Rütbe ve makamdır, mevki düşkünlüğüdür,
değerdir. Ferddir ve fakat "insan" değildir. Sınırlar insan
ülkesinde sayısız denecek kadar çoktur. Tarihin
Kabiloğullarından üç celladının kılıcı, Adem oğullarının
arasına düşerek beşerî tevhidi parçalamıştır: patron-uşak,
hakim-mahkum, tok-aç, zengin-fakir, efendi-köle, zalimmazlum,
sömüren-sömürülen, istirmarcı-istirmara uğrayan,
eşşekleştiren-eşşekleştirilen, zorba-zayıf, âmir-memur,
aldatan-aldatılan, şerefli-şerefsiz, ruhânî-cismânî, havâsavâm,
malîk-memlûk, işveren-işçi, mutlu-mutsuz, beyazsiyah,
Doğulu-Batılı, uygar-gerikalmış, Arab-Acem... Evet,
bu
şekilde insanî birlik, parçalanmıştır.
İnsanlık, ırklara; ırklar, milletlere; milletler, sınıflara;
sınıflar kabile, grup ve ailelere bölünmüş. Bunların her biri
de
kendi içinde ayrıca unvanlara, şereflere, onurlara,
derecelere, lakaplara ve küçük küçük bir "ferd", bir "ben"e
varıncaya kadar parçalara ayrılmıştır. Bunların hepsi de
elbisede kendini açığa vurmaktadır: Öyleyse
Mikat'ta dökül.
Kefen giy.
Renklerden tamamen arın.
Beyaz giy, beyazlaştır, herkesin rengiyle renklen, herkes
ol,
kabuğunu atan yılan gibi, kendinin "beni olmak"tan
kurtul, halk ol, insanlar ol. Bir zerre ol, zerrelere karış;
katre ol, deryada kaybol;
"Miâd'a gelmiş herhangi bir kimse olma"
"Mikat'a gelmiş bir çöp ol." 16
"Yokluğunu hissettiren bir varlık ol veya varlığını
hissettiren yokluk." 17
"Ölmeden önce öl" 18
Hayat elbisenden kurtul,
Ölüm elbiseni giy.
Burası Mikat'tır.
Kim
olursan ol, hayat elinin vücuduna bağladığı süs,
işaret, renk ve modelleri ve seni:
kurt,
tilki,
fare
veya
koyun gösteren bu gibi şeylerin hepsini "Mikat''ta at,
insan ol.
Başlangıçta olduğun gibi,
yek
vücût:
Adem!
Sonunda olacağın gibi,
yek
vücût:
Ölüm!
İki
parçalı bir tek elbise giy: Bir parçası omuza, diğeri
bele, tek renk, beyaz, dikişsiz, modelsiz renksiz, hiç bir
sembol taşımayan, "sen" olduğunu ve "başkası" olmadığını
gösteren hiç bir işareti bulunmayan bir elbiseyi giy.
Herkesin giydiği bir elbiseyi, Mikat'ta hemahenk olduğun,
sade bir şekilde içlerine karıştığın herkesin elbisesini.
Allah'a doğru yolculuğunun başında giydiğin elbiseyi
Allah'ın Evine doğru seyahatinin başında giy.
Burası Mîkat'tır.
Yeryüzünün çeşitli yönlerinden hareket eden kervanların
yolları üzerinde belirli noktalar bulunur. Bunların isimleri
Mîkât'tır.
Hayret!
İsm-i zaman, mekan üzerinde!
Ne
demek? Mekanda da "hareket" mi var demek? Bu,
mekanda hareket olduğu anlamına mı gelir?
Yani her şey zaman demek mi?
Bu,
mekanın da zaman olduğu anlamına mı gelir?
Yani aslında durmak yok mu?
Evet zaten insan da bir "var bulunuş" olmayıp bir
"oluş", Allah'a doğru bir oluş değil mi?
Ve
ilallahi'l-masîr: Bütün dönüş Allah'a dır.
(Nur, 42)
Hayret! Her şey hareket, kemal, ölüm ve hayat, hayat
ve
ölüm, tezat, değişim, yön!
"O'nun vechinden başka bir şey yok olucudur"
(Kasas 88)
Yani O'na yönü olan şeyden başka herşey yok olucudur.
Allah, vücud-ı mutlak, kemal-i mutlak, hulûd-i mutlak
ve
.................................................................
mutlak-ı mutlak!
"O,
her gün bir iştedir." (Rahman,
29)
Ve
Hacc : hareket, bir hedefe yönelmek,
insanın "Allah'a" ricatinin göstergesi.
Zuîhuleyfe'de bütün benlerin için bir mezar kaz, kendini,
kendi cenaze merasiminde kendi ölümüne şahit tut. Kendi
mezarının ziyaretçisi ol, kendi hayatının takdirini kendi
ellerinle kendin oluştur, Mîkât'ta öl. Mîkât'la Miad
arasındaki alanda yeniden diril. Burası
Kıyamet alanıdır. Kefen giyenlerin ufkuna kadar ufuk,
"beyazlar"ın gürleyen seli, insanlar!
Hepsi tek renk, tek model, hiç kimse, hiç kimseyi
tanımıyor, dolayısıyla hiç kimse kendini yeniden bulmuyor.
"Ben" Mîkât'ta kalmıştır. Şimdi harekete geçip coşan
ruhlardır. O ruhlar ki ırksız, nasipsiz, sınıfsız, şan ve namsız
olarak mücessem hale gelmişlerdir. Bu ruhlar topluluğu
içice geçmiş, birlik olmuş bir mahşer, ilahî tevhidden insanî
bir
abide, kurtuluş, hareket, korku, şevk, heyacan, vecd,
hayret ve cezbe!
Herkes, bu çekici manyetik alanda bir zerre. Kıble'de
Allah. Hiç bir şey yok, sadece insan meydanda. Bütün
yönler bir hiç, sadece O'nun yönü var. Bütün milletler ve
gruplar, insanlık; çölde bir "kabile" olmuş, varlıkta ve
hayatta tek "kıble"leri var.
Elbiseni at. Seni gösteren bütün göstergeleri, bütün
işaretleri bir kenara bırak ve halk mahşerinde kaybol.
Hayatın sana bağlı kıldığı veya seni hatırlatan, senin
düzenim anlatan her şeyi, halkın kıyamet kalabalığında
unut, hepsini kendine haram kıl.
İhram giy!
Nedir İhram? Haram kılmak! Demek ki masdardır. Fakat
burada isimdir, üstelik de bir tür elbise ismi.
"Ben"ler Mîkât'ta ölüyor ve hepsi "biz" oluyor.
Herkes kabuk değiştiriyor ve insana dönüşüyor.
Sen
de ferdiyet ve şahsiyetini, gurur ve benini
defneder ve "halk" olursun, "ümmet" olursun: Mina'dan
çıktığında kendini yok eder, bize hulul edersin. Herkes bir
toplum olur. Ferd, "ümmet" olur; tıpkı İbrahim'in tek
ümmet olduğu gibi, 19
Sen de şimdi İbrahim olmaya
gidiyorsun!
Herkes birbiri oluyor, birisi hepsi, hepsi birisi. Şirk
toplumu, Tevhid toplumuna erer, ümmet olur. Ve ümmet,
yoldaki toplumun adıdır. Ümm, yani ahenk, uyum, bir
hedefe doğru hareket, bir kıbleye doğru azimet, bir
toplum, ama olduğu gibi kalmak için değil, saadet için,
saadet için değil, kemal için, rahat ve sükûnet için değil
hareket ve coşku için bir toplum. Ve sonuçta "idare" değil
rehberlik", hükümet değil "imamet"!
Ve
şimdi sen ve diğer sayısız senlerle benler, ne diyeyim
ben? Diğer hiçler, dünyanın dört bir yanından gelmiş,
kendilerine sırtlarını
dönüp ilahlarına yönelmişler. Bataklığa sırt dönüp
Allah'ın ruhuna yönelmişler. Sırtlan, dünyanın sürgün
yerlerine dönük, yüzleri Ahirete. Sırtları izafîlik ve
maslahatlara, yüzleri mutlak ve hakikatlere dönük.
Sırtlarını cehalet ve zulme dönerek, bilgi ve adelete
yönelmişler. Ve bilahere şirke sırt çevirip Tevhide yönelmiş,
Mîkât'a erişmişsiniz, İhram elbisesini giyip, birbirinize
karışıyorsunuz! Bir mahşerî olay. Sanki bir Kıyamet! Herkes
bir
yabancıyı dost ediniyor, bir garibi kendi kavminin yerine
koyuyor. Herkes bir başkasının ayakkabısını giyebilir ve her
İhram, senin İhramın olabilir.
Bunların hepsi yıllardır, kendi insanlık durumlarını
unutmuş. Zor ve baskının, altın veya makamın, nam, toprak
ya
da kanın cinzedesi olmuşlardı. "mevcutluk"larını
"vücud"ları olarak görüyor, derece, rütbe, unvan ve
lakaplarını "kendi"leri sanıyorlardı. Evet kendilerini
yıllardır böyle gören bunların hepsi, şimdi kendileri olmuş,
kendi öz-insanlıklarına dönmüşlerdir. Herkes tek nefer
olmuş. İnsan olmuş sadece, başka hiçbir şey değil. Hepsi tek
sıfat! Hacı!
-Niyetlenen ve hedef edinenÖzeti
bu!
Niyet
Eşiğe varınca başlamak mı istiyorsun, herşeyden önce
niyet etmelisin. Niyet nedir peki? Bu kökten ne gibi
anlamlar çıkar acaba?
"Bir şeye yönelmek, kastetmek, bir yere azmetmek;
"nevâke'llâh": Allah yol arkadaşın olsun ve seni korusun.
Yer
değiştirmek, bir halden başka bir hale geçmek. Yolcu:
uzaklara gitmek. Dişi deve: Semiz olmak! Niyaz: elleri
açmak! Hurma: meyveye durmak (düşünülebilir!); konak:
ikamet etmek, uzaklık, yolcunun ilerlediği istikamet;
niyyet: kasd, azm-i kalb, yüreğin, kensiyle hemahengini
bulduğu şeye doğru hareketi; niyaz, emr: er: kendim
dönüşüme hazırlamak, bir kavmin inancını, bir toplumun
yazgısını elinde tutmak..."!
Mîkât'ta büyük bir değişimin, devrimci bir değişim ve
dönüşümün, bir "intikal" in sınırındasın : kendi evinden
insanların evine;
dünyalık işlerden aşka; kendinden Allah'a; esaretten
özgürlüğe; nifak, ikiyüzlülük, rütbe, nişan, sınıf, soy sop ve
makamlardan doğruluk ve samimiyete; gizlilikten açıklığa;
geçici gündelik elbiseden ebediyet elbisesine, kayıtsızlık,
laubalilik ve "herşeyi mubah görmek'ten özveri, sorumluluk
ve
"İhram" libasına bir intikal ve dönüşüm sınırında!
Niyet et! Meyveye duran hurma gibi. Ey kabuk, ey kof! O
"bilinç" tohumunu kendi içine ek, boş içini onunla doldur.
Büsbütün beden olma, meyve ver! Varlığını kabuk yap,
imanının çekirdeğini oluştursun; varlık ol, var ol, hep abajur
olma, karanlık gönlünde ışığı yak, ışılda. Müsade et de dolu
ol,
parla ve aydınlat, bırak da bu öz ışığın parlaklığı, seni
kendinden geçirsin, kendin yapsın. Ey hep "cehalet", hep
gaflet olan! Allah'ı bilen ol, yaratılmışları bilen ol, bilinçli ol.
Sen
ki her zaman iş aleti oldun. Sen ki her yerde çaresiz
oldun, işini seçiyor, çalışıyorsun, fakat adet olarak, gelenek
olarak, cebren... Şimdi niyet et, bilinçli, özgür ve bildik bir
tercihle seç:
Yeni yolu
Yeni yönü
Yeni işi
Yeni olmaklığı
Ve
.. yeni kendini
Mîkât'ta Namaz
Mîkât'tasın, niyet ediyor, Hacc'a başlıyorsun. Yani
başladığın şeyi hissediyorsun; ne yaptığını, niçin yaptığını
anlıyorsun. Elbiseni de üzerinden çıkarıyorsun, kendini
harekete geçiriyorsun. Üryan oluyor, ihram giyiyorsun. Ve
sonra namaza duruyorsun. İhram namazı, yeni elbisenin
içinde kendini Allah'a sunmandır. İhramla birlikte şunu
demek istiyorsun: "Allah'ım! Ben artık Nemrud'un kulu,
tağutun kölesi olmayacağım. İbrahim suretinde olacağım.
Zor
ve güç kürtünün, hilekar tilkinin, paracı koyun'un, zillet
ve
teslimiyet koyununun elbisesine bürünmeyecek,
kılığında görünmeyeceğim. insan suretine gireceğim. Yarın
topraktan kalkarak görmem gereken
elbisenin içinde olacağım.
Yani ben, kendi tabiatımın, kendi özelliklerimin
farkındayım, bir hiç olduğumun bilincindeyim. Ama aynı
zamanda her şeyim de: Sana itaat ederek kulun olmuşum.
Senden başka herşey ve herkesten azade olmuşum. Senden
başka herkese isyan etmişim. Hayatımın buraya kadarki
nihâî yazgısını biliyorum; takdîr-i İlâhî'nin insana yazdığı
şeyi şimdi bizzat
kendim seçiyor, provasını kendim
yapıyorum.
Mîkât'ta ak İhram kefeni içinde, Miad'ın eşiğinde namazın
başka bir anlamı vardır! Sanki yeni kelimeler duyuyor
gibiyiz. Bu, bir farzın tekrarı değildir. "O"nunla
konuşmaktayız. O'nun varlığının ağırlığını kendi üzerimizde
hissetmekteyiz:
Ey
dostun gönlünü okşayan Rahman! Ey Rahîm: Senin
rahmet güneşin, küfürle iman, liyakatla liyakatsizlik,
temizlikle pislik ve hatta dostlukla düşmanlığımızın
sınırından geçer.
Evet, artık senden başka hiç kimseye övgüde
bulunmayacağım; zira hamd sadece sana aittir. Senden
başka kimseyi Rabb edinmeyeceğim; zira herkesin Rabbi bir
tek
sensin. Din gününün Meliki ve Mâliki sensin. Putlarımın
hepsini kırıyorum. Senden başka hiç kimseye tapmıyorum.
Senden başka hiçbir güçten yardım almıyorum.
Ey
benim bir tek mabudum, ey benim bir tek yardım
edicim!
Biz
cehaletin bozuk yollarına düşmüşüz. Bizi zulüm
sapkınlıklarına
düşürmüşler. Zaaflarımızın oyuncağı olmuşusuz, senin
dışındaki
ve
kendi dışımızdaki güçlerin oyuncağı durumuna
düşmüşüz. Evet
ya
Rabbi! Bu kötü durumda olan bizleri, dostdoğru yola, o
gerçek
pak
yola, bilinç, vukûfiyet, hakikat, kemal, aşk, güzellik ve
hayır
yoluna ilet. Bizi dost edindiğin, nimetlerinle
nimetlendirdiğin kim
selerin yoluna ilet, öfkelendiğin kimselerin ve sapıkların
yoluna değil.
Mîkât'taki her rükû, Kıyamet'in ak elbisesi İhram'ın
içinde yapılır, bir korkulunun, bir meta verenin veya bir
kutsalın huzurunda eğdiğimiz her bir başın ihramı içinde.
Her
secde, bir gücün, bir iktidarın huzurunda toprağa
koyduğumuz alınların inkarı demektir.
Mîkât namazı! Her kıyamı, her kuûdu (oturuşu), bir
mesajdır onun. Bir anlaşma, bir sözveriştir, Ey Tevhid Rabbi,
Ey
bir olan Allah'ım! Senden başkasına, senin vechinden
başkasına hiçbir kıyam, hiçbir kuûd (oturuş) asla
olmayacaktır diye.
Selam sana ya Muhammed (s.a.v). O'nun kulu ve elçisi!
Allah'ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun. Sen ki bu
hayatın içinde, bu yeryüzünde, böyle bir rahmet ve bereketi
insanî bir bağışla bağışladın.
Selam olsun bize ve Allah'ın pak olan ve pak kılan
kullarına
Selam size...
Bu
kelimeler, oradan canlanır,
bu
zamirlerin hepsi, kendi yerlerine döner.
Bütün işaretler yakındır.
Herkes orada hazır bulunur.
Mîkât'ta hiç kimse gâib değildir: Allah, İbrahim,
Muhammed,
Halk, Ruh, Kıyamet, Cennet, Kurtuluş, Özgürlük, Aşk
Ve
işte sen! Adem'in elbisesi, halkın elbisesi, vahdet
elbisesi, renksiz, modelsiz elbise, beyaz takva elbisesi,
ölüm elbisesi, başka bir doğum elbisesi ve nihayet yemden
diriliş elbisesi:
İhram içindesin.
Ve
sen ey insanoğlu Allah'ın kovduğu, İblis'in oyuncağı,
yeryüzü sürgünü, gurbet, yalnızlık ve toprak ızdırabı
mahkûmu! Şimdi pişman, özür dileyen olarak kendi
isteğinle O'na dönmüşsün.
Şimdi artık kayıtsızlık, başı boşluk yok. Çünkü bir "kayıt"
içindesin, özgürlüğün, bilginin ve bilincin zirvesinde
bizzat
senin seçtiğin kayıt: bir cebir içindesin, bizzat senin
seçtiğin bir cebir: artık mukayyedsin, İhramdasın,
Harim'desin, harem bir yoldasın, haram bir mekana
niyetlisin, haram bir zamanda İhram elbisesi içindesin!
Yasaklarla dolu bir harîmdesin...
İhram ne demek peki? Haram kılmak! Menetmek.
İhram senden neleri men eder? Hangi şeyleri sana haram
kılar?
Yasaklar
Seni hatırlatan her şey, başkalarını senden ayıran her
şey, senin kimin hayatında olduğunu, ne iş yaptığını
gösteren her şey. Ve nihayet senden işaret taşıyan, hayat
düzenini gösteren, toplum düze
nini işaretleyen her şey, "dünya" yadigarı her şey. Hayatta
terkedilmeyeceğini sandığın her şey, insanî olmayan her
şey, insandan başkasını hatıra getiren her şey, sende
gündelikleri çağrıştıran her şey, Mîkât'tan önceki hayattan
bir
koku taşıyan her şey, seni defnedilmekten önceki
durumuna geri döndüren her şey....
1-
Aynaya bakma ki gözün kendine
ilişmesin, kendini
unu
tasın, kendi "var bulunuş"unu zihninden atasın.
2-
Koku sürme, güzel koku koklama ki
gönlün hayatın
hatır
lamasın, "arzu ve
hevesler" içinde yeşermesin, heves
koku
su
başını döndürmesin ve zevkleri çağrıştırmasın.
Çünkü
burada atmosfer başka bir kokuyla doludur, Allah'ın
koku
sunu burnuna çek, bırak da aşk kokusu seni mest
etsin.
3-
Hiç kimseye destur verme,
kardeşliği dirilt,
birlikteliğin
alıştırmasını yap.
4-
Hiçbir canlıya, hiçbir hayvana
eziyet etme, hatta
hakir bir
böceği dahi öldürme, incitme, zorla da itip kakma.
Bu
Kay
ser
düzeninde birkaç günü Mesih gibi yaşa.
5-
Harem toprağından bitki koparma,
kırma, tabiatla
ilişkide
barışçıl olmaya çalış. Tecavüz ve tahrip huyunu
içinden sö
küp
at.
6-
Avlanma. Katılığı üzerinden at.
7-
Yakınlık yasaktır. Arzunun peşine
düşme ki aşk
bütün
varlığın üzerinde çadır kursun.
8-
Evlenme ve başka evlilik
törenlerine katılma.
9-
Süslenme ki kendini olduğun gibi
göresin.
10-
Kötü söz, cidal, yalan ve
böbürlenmek gibi olumsuz
dav
ranışlardan uzak dur.
11-
Dikişli veya dikişliymiş gibi
elbise giyme. İhramının
üze
rinde iplik olmasın ki kibir, bencillik ve gösterişe
giden yol
lar
kapansın.
12-
Silah taşıma. Eğer taşımak gibi bir
zorunluluk varsa
gös
terme.
13-
Başını güneşten koruma, gölgeye
sokma. Şemsiye
altın
da,
çardak altında ve otomobilde başı örtmek....
yasaktır!
14-
Ayaklarının üzerini çorap veya
ayakkabıyla örtme.
15-
Zinet takma, süs bağlama.
16-
Başını örtme.
17-
Saçını kesme.
18-
Gölgelerin altına gitme.
19-
Tırnak kesme.
20-
Krem sürme.
21-
Kendinin veya başkasının vücudundan
kan alma.
22-
Diş çekme.
23-
Yemin etme.
24-
Ve sen ey kadın! Yüzünü örtme!
Hacc başlamıştır. İhram elbisesi içinde, yasaklarla dolu
harîmde Ka'be'ye hareket... Lebbeyk Nidalarıyla Allah'a
yöneliş.
Lebbeyk, yani Allah seni davet etmiş, sana gel diye
seslenmiş. Sen de şimdi gelerek O'na cevap veriyor, O'nun
davetine icabet ediyorsun: Lebbeyk!
Lebbeyk Allahümme lebbeyk, inne'l hamde ve'n-ni'mete
leke ve'1-mülk, La şerike leke lebbeyk!
Evet Ya Rabbi evet, "övgü" ve "nimet" sana özgüdür,
"saltanat" da tabiî! Senin hiçbir ortağın yok elbette. Bunu
canı gönülden kabul ediyorum.
Hamd, nimet ve mülk! Şu üç egemen gücün reddedilişi:
istihmar, istismar ve istibdat, tarihe egemen olan üçlü!
Hepsi de koyun olan, Allah'ın koyunları olan halkın başına
üşüşmüş, tilki, fare ve kurt...
Allah'ın sesi sahrada duyuluyor, her bir zerreden bu ses
yankılanıyor, yerle gök arasındaki bütün boşluğu dolduruyor,
herkes onu duyuyor, herkes onu kendine hitab alarak kabul
ediyor ve dinliyor.
Dinliyor; çünkü Allah onu çağırıyor, ona sesleniyor. O ise
can-ı gönülden, gönlünün derinliklerinden feryâd ediyor:
Lebbeyk Allahümme Lebbeyk!
Sen, adeta güçlü bir mıknatısın çektiği adi demir talaşı
zerreciği gibisin: seni taşıyanın, seni götürenin bu ayakların
değilmiş gibi hissedersin, seni taşıyorlar ve ayakların senin
peşinden sürükleniyor. Sanki iki elin çok büyük iki kanata
dönüşmüş, bir grup beyaz kuşla uzayda uçuyor, Mirac'a
çıkıyor, Simurg'a gidiyorsun...
Ka'be yaklaştıkça yaklaşıyor, heyacan fışkırdıkça
fışkırıyor, kalbinin sesini tam olarak duyuyorsun, sanki
içerden, başını senin varlık duvarına çarpıp vuran ve seni
kırıp kaçmak isteyen yaralı vahşî bir hayvan gibi! Kendinden
daha büyük olduğunu hissediyorsun; coştuğunu, kabına
sığmadığını görüyor, artık kendi kendine dar geliyorsun,
varlığın ayağında dar ayakkabı, varlığın bedeninde dar
gömlek, göz yaşı aman vermiyor. Adeta yavaş yavaş Allah'ın
doldurduğu bir atmosfere giriyorsun. Allah'ın varlığını
derinin üzerinde; kalbinde, aklının üzerinde, fıtratının
derinliklerinde, bir zerrenin parıltısında, her taşın
parıltısında, her çölün yüzünde, her dağın sırtında, her
ufkun uzak gizliliklerinde, çölünün derinliklerinde
hissediyorsun, sadece ve sadece O'nu buluyorsun. Sadece O
"var". Onun dışındaki herşey dalga, köpük ve yalan.
Malik Dinar'ın dediği gibi:
"Aşk yağmış çöle, yer ıslanmış
İnsan ayağının gülzara dalması gibi
Aşka dalıyorsun sen de"
Gidiyor ve yok olduğunu hissediyorsun, kendinden
uzaklaşıyor, O'na yaklaşıyorsun. Her şey O oluyor,
tamamen O oluyorsun sen de.
Sen
artık bir hiçsin, unutulmuş, mazide kalmış bir
anısın; Mikat'ta atmışsın yükü omuzundan; hafiflemiş olarak
Miad'a gidiyorsun.
Artık yok olduğunu, bir şevk parçası olduğunu, evet
artık bundan başka bir şey olmadığını hissediyorsun.
Sadece bir "hareket"sin. Bir "yön"sun yalnızca :
İlerliyorsun. Geri adam atma hakkına sahip değilsin, O'na
yönelmişsin ve O'nda yok oluyorsun, tıpkı güneşin emdiği
bulut parçası gibi.
Varlığın kalbi çarpıyor. Feza Allah'la dolmuş. Sen de
Allah'la dolmuşsun.
"Aşk yağmış çöle, yer ıslanmış
insan ayağının gülzaran dalması gibi
aşka dalıyorsun sen de".
Mekke'nin banliyosuna varıyorsun. Şehir yakındır.
Burada bir alâmete, "Harem bölgesi" nin sınırını gösteren bir
işarete vâsıl oluyorsun. Mekke, Harem bölgesidir. Bu
bölgede savaş ve haddi tecâvüz haramdır. Düşmandan
kaçıp "Harem"e sığınan herkes, takipten azadedir. Bu
bölgede avlanmak, hayvan öldürmek, hatta yerden ot
koparmak haramdır. Peygamber Ka'beyi putperestlikten
kurtarmak için Mekke'yi fethettikten sonra, kendi eliyle
bölgenin sınırlarını yeniden çizdi ve Harem'in korunması,
bölgede savaş ve öldürmenin yasak olması noktasında eski
geleneği teyid etti.
Bu
sınırı geçince Harem'e girdin demektir. Ansızın
doruklara ulaşan coşturucu lebbeyk feryâdları kesiliverir :
sessizlik!
Demek ki: "ulaştın"!
Vardın varacağın yere!
Seni çağıran burasıdır! O'nun evine vardın, sus!
Huzurda, Harem'de, Allah'ın Haremi'nde sessizlik!
Gidiyorsun, Kabe'nin şevki seni coşturur.
İşte şehir!
Büyük bir çanak
Ve
çevre duvarları hep dağ, her caddesi, sokağı, arka
sokağı, bir vadi, bir dağ yolu, bir geçit.
Her
taraftan bu büyük dağlık aşiyanın avucuna
doluyorlar. İşte burası Mescidü'l-Haram'dır. Ortası ise Kabe!
Şehrin dolambaçlı ve kıvrık dağlıklarından geçiyor, adım
adım Kabe'ye yaklaşıyor, iniyorsun. Namsız, şansız ve
işaretsiz tek renk topluluk, tıpkı bir nehir yatağından akan
sel
gibi, caddede vadinin derinliklerine doğru, Mescid-i
Haram'a akıyor. Sen ise bu sel içinde bir damlasın!
Adım adım inersin ve ihtişam, azamet adım adım daha
da
yaklaşır. Hislerimi çok iyi ifade eden bir deyişle : daima,
yüksekte, harekette, yukarıya, yüksekliğe, ululuğa ve
ihtişama ulaşmaya alıştık, özellikle de ululuk ilahî ise; söz
ilahî melekûttan ise. Ancak burada tersine ne kadar aşağıya
iner, ne kadar yüksekten inersen, Allah'a daha da
yakınlaşırsın!
Demek ki görkem ve celâle, huşu ve alçakgönüllükle
ulaşırsın. Kölelikten ulvîliğe tevazu ile erişirsin. Demek ki
Allah'ı göklerde, maverada aramalısın; O'nu işte bu
toprakta, bu adi yerde, şu sert, taş maddiyyatın
deriliklerinde bulabilir, görebilirsin. Yolun doğrusunu
bulmalı, doğru bakmayı, doğru görmeyi öğrenmelisin...
Belki de bu, insanî yazgıyı, toprağa gömülmeyi ve Allah'ın
karşısında durmayı sembolize eder!
Ka'be yakındır.
Sükût, endişe, tefekkür ve aşk
Her
adımda daha bir meftunsun; her nefeste daha bir
korkmaktasın; O'nun varlığının ağırlığı anbean daha ağır hale
gelir. Gözlerini açıp kapamaya cüret edemezsin, göğsünde
nefes yukarı çıkmaz. Bineğinde, otomobilinin koltuğunda
çakılıp kalırsın. Tam bir sükût, hayret ve şevk halindesin,
birazcık öne, ileriye mütemayilsin; bütün vücudun göz
olmuş ve sen bakışlarını sadece önüne, karşına, Kıble'ye
yöneltmişsin. O'nu görmeye tahammül etmek ne kadar
zor! Bütün bu azameti görmek ne çetin bir iş! Hassas nazik
omuzların, kalbinin dayanıksız perdeleri buna nasıl
tahammül edebilir?
Vadinin dolambaçlı ve kıvrımlı yollarından yukarıdan
aşağıya inersin. Her kıvrım veya dolambaç geçişinde "işte
Ka'be" diye yüreğin çarpar.
Ka'be, varlığımızın, aşkımızın, imanımızın gece ve
gündüz namazlarımızın, ömrümüzün kıblesi... Her sabah,
öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde ona yönelerek
namaz kılarız. O'na doğru yönelerek ölür, ona doğru
defnediliriz, ölümümüz ve yaşamımız ona doğrudur. Evimiz
ve
mezarımız O'na doğrudur. Ve şimdi ona birkaç adımlık
yakın mesafedeyiz, bir an artık O'nun karşısındayız! Kabe
gözlerimin önünde, bakışlarımın altındadır artık!
Ka'be
Mescid-i Haram'ın eşiğindesin. İşte Ka'be, karşında
durmakta! Geniş bir alan ve ortada boş bir küpten başka
hiçbir şey yok! Ansızın vücudunu bir titremedir kaplıyor!
Hayret ve şaşkınlık içinde kala kalıyorsun! Şurada hiç kimse
yok, burada... hiçbir şey yok... hatta seyredecek bir şey bile
yok!
Boş
bir oda! o kadar!
Duyguların, kıldan ince kılıçtan keskin bir köprü
üzerinde karar kılıyor! İmanımızın , aşkımızın, namazımızın,
hayatımızın, ölümümüzün kıblesi gerçekten bu muydu?
Birbiri üzerine dizilip yığılmış sert koyu siyah taşlardan ve
kireçle derzedilmiş eğir büğrü duvarlardan başka bir şey
yok!
Birdenbire sükût-i hayale uğruyorsun! Burası da neresi?
Nereye geldik acaba? Sarayı bilirim: saray, sanatkârâne bir
mimari güzelliktir! Tapınağı bilirim: yüksek ve celalli
tavanlar altında kutsal görkem ve ruhanî sükût, baştan
başa güzellik ve sanat! Anıtı bilirim: büyük bir şahsın, dahî
bir
kahramanın, Peygamber'in, İmam'in defnedildiği yer...!
Bütün bunları bilirim ama peki burası ne...? Üstü açık bir
meydanın ortasında boş bir oda! Ne mimarî, ne sanat, ne
güzellik, ne hat, ne çini ve ne de alçıyla sıvama var
burada!...
Ziyaret edeceğim, yad edeceğim, eşiğine varacağım bir
Peygamber kabrinde, bir İmamın mezarında, bir pakın
türbesinde, bir büyük insanın kabrinde dahi dikkatlerimi
çekecek, hislerimi kendine bağlayacak bir nokta, bir çehre,
bir
gerçeklik, bir nesnellik ve nihayet bir kimse, bir şey veya
bir
yer bulunur.
Oysa burada hiçbir şey yok,
hiç
kimse yok.
Tabii birdenbire anlıyorsun ki bu ne güzel bir şey!
Gerçekten çok geçmeden bunun ne kadar güzel bir şey
olduğunu anlıyorsun. İyi ki hiç kimse yok, hiçbir şey yok,
duygularımı kendine çeken hiçbir işaret yok. Aniden
Kabe'nin bir dam olduğunu, bir uçuş çatısı olduğunu
hissediyorsun. İhsasın hemen Ka'be'yi bırakıp fezada
uçuyor. İşte o anda "mutlak"ı hissediyorsun!
"Ebediyyet'i hissediyorsun.
O
ebediyeti ki parçalanmış hayatında, nisbî evreninde
asla bulamaz ve hissedemezsin; sadece felsefe yapabilirsin.
Buradadır ki mutlak'ı, ebediyet'i, yönsüzlüğü
görebilirsin.
Görebilirsin burada
"O"nu!
Ne
iyi burada hiç kimsenin olmaması. Ka'be'nin boş
olması ne kadar güzel bir şey!
Ve
sen artık yavaş yavaş anlıyorsun, "ziyaret"e
gelmediğini. Anlıyorsun ki sen Hacc'a gelmişsin, burası,
senin konak başın değildir. Ka'be, "yolun kaybedilmemesi
için bir işaret taşıdır". Bu sadece bir alâmet idi. Sadece
sana yön gösteren bir "ok işareti"ydi. Sen haccetmişsin,
yöneltmişsin; ebediyyet'e mutlak yöneliş, hareket, O'na
doğru ebedî hareket. Elbette Ka'be'ye kadar değil; zira
Ka'be yolun sonu değil, tersine başlangıcıdır.
Burada "sonluluk" sadece senin güç yetirememen,
ölümün ve duraklamandır. Burada olan şey, harekettir,
yöndür, başka bir şey değil!
Burası mîadgahtır, Allah'ın mîadgahı, İbrahim,
Muhammed ve halkın mîadgahı! Ya sen? Sen "sen olduğun"
müddetçe kayıpsın. Öyleyse halk/insanlar olmalısın! Sen
insanlar (nâs-halk) olduğun zaman, topluluk olduğun,
halkın elbisesini giydiğin zaman, burası senin de mîadgahın
olur, "halk/topluluk/insanlar, Allah'ın namusudur, Allah'ın
ailesidir ve Allah, ailesine karşı herkesten daha kıskançtır"!
Burası O'nun Harem'idir. Harîm'nin içidir, O'un Evidir.
Burası "halkın/insanların evi'dir.
"Gerçek şu ki insanlar için ilk kurulan ev Mekke de o kutlu ve
bütün insanlar için hidayet olan (Ka'be)dir"
(3/Al-i İmran, 96)
Sen
-"sen" oldukça- Harem'de sana yer yoktur.
Ka'be, "Beyt-i Atîk'tir, Atîk köle azad etmek, manasına
gelen "akt" kelimesinden olup hür demektir. Özel
mülkiyetten, zorba, despot dikta rejimlerinin
saltanatından âzâd/hür olan ev. Onun
üzerinde hiç kimsenin eli yoktur. Ev sahibi Allah, Ev halkı ise
halk, yani insanlardır!
Şehrinden, köyünden, evinden dört fersah (24 km)
uzaklaştığın an seferi olur, namazını kısaltırsın. Bu yolcu
namazıdır. Ancak buraya dünyanın neresinden gelirsen gel,
namazı tam kılarsın. Çünkü kendi evine geldin, dolayısıyla
seferi değilsin. Ülkene, memleketine güvenlik harîmine,
evine "tekrar döndün". Kendi ülkende garib idin, gurbette
idin, seferi idin. Ey kovulmuş kesik ney, ey yeryüzünün
gurbet sürgünü: insan! Kendi neyistanına döndün; yeniden
geldin buraya. Kendi gerçek doğum yerine, vatanına dönüş
yaptın!
Allah ve ailesi: İnsanlar, halk! Dünyanın bu aziz ailesi
şimdi evinde. Sen ise "sen" olarak kalmaya devam ettikçe
yabancısın, kimsesizsin, yakını olmayan, kesik ve sığınaksız
birisin. Üssüz, barınaksız bir âvâresin, evsiz barksız bir
varlıksın! "Senlik"ten çık, "senlik"i dışına at, Ev'in içine gir
ve
bu aileye katıl. Eğer Mikat'ta kendini gömmüş olsaydın,
"halk/insanlar" olmuş olur, tanıdık, dost, yakın akraba,
Allah'ın ailesinden biri gibi Ev'in içine girerdin.
İbrahim'i dergahta görürdün, yeryüzünün tüm
tanrılarının kafiri olan, tarihteki bu âsî piri, bu büyük aşığı,
Tevhid Allah'ının bu naçiz kulunu!
O
bu Ev'i kendi elleriyle inşa etmiştir.
Ka'be yeryüzünde bir simge, Allah'ın evrendeki bir
sembolü.
Yapı malzemeleri, zineti ve süsü mü ne?
Mekke yakınındaki "Acun" dağından kopartılıp getirilmiş
siyah taş parçalarını, sade; sanatsız, tekniksiz ve süssüz bir
biçimde üst üste koymuşlar, hepsi o kadar!
Ya
adı, vasıfları ve lakapları ne?
"Kabe"!
Bir
"küp"!
Hepsi bu işte!
Peki niçin "küp"? Niçin böyle sade, gösterişsiz ve
süslememiz? Ne için böyle?
Allah, "şekil"sizdir, "renk" sizdir, "benzer"sizdir.
İnsanoğlunun tercih ettiği, gördüğü ve tasavvur ettiği her
türlü model ve tarz, Allah değildir. Allah'a özgü de olamaz.
Allah "mutlak"tır,
"yön"süzdür.
O'nun karşısında yön tutan "sen"sin.
Gerçekten sen Ka'be yönündesin, ancak Ka'be'nin yönü
yoktur.
İnsanoğlunun düşüncesi ise "yönsüzlüğü" kavrayamaz.
Her
neyi "mutlak yönsüzlük" olan O'nun varlığının bir
simgesi olarak alırsan, çaresiz o bir yön alır.
Remz, Allah değildir.
"Yönsüzlük" yeryüzünde nasıl gösterilebir?
Sadece "bütün birbirine zıt yönleri" bir araya getirmek
suretiyle. Ta ki her yön, kendi zıt yönünü ortadan kaldırsın
ve
böylece zihin, ondan "yönsüzlüğü" anlasın, ona
yönelebilsin.
Bütün yönler, toplam kaç tane?
Altı!
Bütün bu altı yönün hepsini kendinde toplayan tek şekil
nedir?
Küp!
Küp, yani bütün yönler.
Ve
tüm yönler, yani yönsüzlük!
O'nun tıpkı simgesi!
Ka'be!
"Hangi yöne yönetirsen, orası Allah'ın yüzü, O'nun yönü."
(2/Bakara, 115)
Bilindiği gibi Ka'be'de hangi yöne dönerek namaz
kılarsan, Allah'a doğru namaz kılmış olursun. Ve Ka'be'nin
dışında da her ne yöne yönelirsen, O'na yönelmiş olursun.
Ka'benin dışında her şekil, ya kuzeye dönüktür, ya
güneye. Ya doğuya doğru uzanmıştır. Ya da batıya. Ya yere
yöneliktir ya da göğe.
Ka'be ise birine değil hepsine, bir yere değil her yere
yönelik.
"Bütün yönlülük" veya "yönsüzlük",
Allah! O'nun sembolü! Ka'be! Fakat...
Hayretâmiz bir durum var! Ka'be'nin batı kısmında bir
ilavesi mevcut. Bu ilave Ka'be'nin şeklini değiştirmiş, ona
"yön" vermiştir.
Bu
nedir?
Ka'be'ye dönük, hilal biçiminde kısa bir duvar.
Peki ismi ne bunun?
"Hicr-i İsmail"!
"Hicr" ne anlama gelir?
Etek!
Gerçekten de bir "etek" biçimindedir, bir kadın
gömleğinin eteği!
Evet [bu kadın],
bir
Habeşli kadın,
bir
cariye!
siyah bir cariye!
bir
cariye kadın!
Bu
övünçsüz cariyeyi bir kadın, kocasının eşi olması için
seçmiştir.
Yani bu cariye, o kadının kuması olarak telakki edilme
değerine bile sahip olmayacak.
Ve
kocası, sadece bir çocuk edinmek için onunla
evlenmiştir.
Beşerî sistemlerde her iftihar ve övünçten ari olmuş bir
kadın.
Şimdi Allah, onun elbisesinin etek kısmını, kendi
varlığının sembolüyle birleştirmiştir.
Bu,
Hacer'in gömleğinin eteğidir.
İsmail'i büyüten etek.
Burası, "Hacer'in Evi".
Hacer, işte burada, Ka'be'nin üçüncü ayağının yanında
gömülü.
Şaşılacak bir şey! Halbuki hiç kimseyi -Peygamberleri
bile- Camiye gömmemek gerek.
Şimdi burada Allah'ın Evi, bir cariyenin evinin duvarına
bitişik ve Allah'ın Evi bir annenin kabri mi?
Ben
ne diyorum?
Allah'ın yönsüzlüğü, sadece Hacer'in eteğinde bir yön
tutmuş! Ka'be O'na doğru etek uzatmış!
Bu
hilalle Ev arasında bugün küçük bir aralık
bulunmakta.
Ev'in etrafını dolaşırken bu aralıktan geçilebilir.
Fakat Hacer'in eteği olmadan Tevhid sembolü Ka'be'nin
etrafını dönmek, tavaf olarak kabul edilmez.
Hacer değil bu!
Fermandır bu, Allah'ın fermam:
Bu
Ferman'a göre bütün insanlık, bütün zamanlar
"Tevhid"e iman eden bütün herkes, Allah'ın davetine
lebbeyk diyen bütün insanlar. Allah'ın evi Ka'benin etrafını
aşk
tavafı yaparken Hacer'in gömleğinin eteğini de tavaf
etmelidirler! Bu Allah'ın bir buyruğudur.
Onun Evi, onun kabri, onun eteği de tavaf edilen yere
dahildir,
Ka'be'ye bağlı bir parçadır o.
Ka'be, bu "mutlak yönsüzlük", yalnızca bu eteğin
yönünde yön tutmuştur.
Afrikalı bir cariyenin, iyi bir annenin gömleğinin,
beşeriyetin ebedî tavaf yeri Ka'be'nin eteğinin yönüde!
Tevhid Rabbi, kendi kibriyaî arş-ı celalinin üzerinde tek
başına oturmuştur. Bütün bir kâinatı, kendi "mâsivâ"sına
sürmüştür. O, herşeyin ötesindedir, tektir, kendi îlahi
melekûtunda yegânedir.
Ancak... sanki bütün yaratıkları arasından, bu sonsuz
yaratılış âleminden birini seçmiş, en şerefli yaratığı, insanı
seçmiş. İnsanlar arasından da: kadını. Ve kadınlar
arasından: siyah bir kadını Ve onlar arasından da:
siyah câriye bir
kadını, ve siyah câriye kadınlar
arasından da:
Bir
kadının siyah cariyesini! -en hor yaratığını!-Onu kendi
yanına oturtmuş. Ona kendi Ev'inde yer vermiş. Veya
Allah, bizzat,
onun evine gelmiş;
onun komşusu olmuş,
onunla aynı evi
paylaşmış.
Ve
şimdi
Bu
"Ev"in tavanının altında iki kişi!
Biri: Allah,
öteki: Hacer!
Tevhid milletinde isimsiz kahramanı böyle seçmişlerdir:
Bütün Hacc, Hace/in hatırasına bağlanmış.
Hicret, en büyük amel, en büyük hüküm; Hacer
isminden türeme.
Muhacir, en büyük ilahî insan, Hacervâri insan.
"Muhacir, Hacer gibi olandır"!
Peki Hicret nedir?
Hacervâri bir iş! İslam'da vahşîlikten medeniyete gitmek.
Bu
seyir, küfürden İslam'a gelmek demektir. "Bedevîleşme,
Hicret'ten sonradır". Bu beşer dilinde medeniyetten sonra
vahşîlik demektir. İslam'ın dilinde ise imandan sonra küfre
dönüş demektir. Öyleyse küfür vahşîlik demek, din ise
medeniyet!
Hacer'in dili Habeşce bir kelime olan "hicr", "şehir" ve
"medîne" anlamındadır. Habeşli siyah bir köle, Afrikalı bir
kadın vahşî insanın mazharı olan Hacer, burda medeniyetin
temeli demektir.
Hacervâri insan, medenî insan demektir. Hacervâri
hareket, insanın medeniyete doğru hareketi demektir.
Ve
işte insanın Allah'ın Evi etrafındaki hareketinde yine
Hacer! Ey Allah'a yönelmiş muhacir! Senin tavaf yerin,
"Allah'ın Ka'be"si"dir ve "Hacer"in eteği"!
Ne
görüyoruz?
"Aklımız" almıyor! ,
Özgürlük ve hümanizm çağı insanının duygusu, bu
mânâya tahammül edecek nitelikte değildir!
Allah, Afrikalı siyah bir cariyenin evinde.
Tavaf
İşte Ka'be! Bir girdabın ortasında. Haykırıp gürleyerek
Ka'be'yi tavaf eden bir girdabın. Ortada sabit bir nokta.
Ondan başka herşey çevresinde hareket halinde, daire
çiziyor.
Sonsuz sabitlik ve sonsuz hareket!
Ortada bir güneş ve çevresinde her biri bir yıldız, kendi
yörüngesinde, daire çizerek güneşin etrafında dönüyor.
Sebat, hareket ve düzen! = Tavaf!
Bu,
bir zerrenin sembolü demek midir?
Bir
manzumenin canlanışı mıdır veya Tevhidi dünya
görüşünde bütün bir dünyanın simgesi midir?
Allah, dünyanın kalbi, varlığın mihveridir. Alemin
çevresini tavaf ettiği merkezdir. Sen bu manzumede -ister
Ka'be'de isterse alemde- bir zerresin. Hareket içinde bir
zerre; her dem, bir yerdesin, ebedî bir devinimsin. Yalnızca
bir
"tarz"sın ve her an "bir" tarz içindesin. Daima değişim
halinde, oluş halindesin, değişmekde, olmadasın.
Tavaftasın. Fakat her zaman ve her mekanda "O"nunla,
Ka'be ile arandaki mesafe sabittir! Uzaklığın ve yakınlığın,
bu
dönen dairede hangi ışını seçeceğine bağlıdır. Uzak veya
yakın, fakat Ka'be'ye asla yapışmıyorsun, asla Ka'be'nin
yanıbaşında durmuyorsun. Çünkü durmak yok; senin için
sabitlik yok, durağanlık yok. Vahdet-i vücûd yok. Tevhid
var. İnsanların oluşturduğu girdab, Ka'be'nin çevresinde
dönüyor. Açık olan, görünen sadece insandır.
Burada "insanlar"ı görebilirsin, "küllî"yi görebilirsin; onu
bunu, beni, onu, seni, onları göremezsin, küllî'yi
görebilirsin, cüzî'yi göremezsin. Fert "insan"ın küllî'sinde
çözelmiştir. Burada, ferdin fenası, ama Allah'da değil,
"biz"de,"insan"da ve "insanlar"da daha doğrusu "ümmet"te
fenâsıdır! Ancak Allah yönünde, Allah'ı tavafta Allah için bir
fena!
Yani ferdin toplulukta, halkta fenası, ferdin insanlarda
bekası: Allah ve insanlar/topluluk bir cihette, bir
saftadırlar. Yani burada Allah'a giden yol, insanlardan
geçiyor. Ferdiyetten yalnızlığa varan yol, Allah'a giden yol
değildir. Tabir caizse senin ruhbanlığın "manastır"da, değil,
"toplum"dadır, "meydan"dadır: fedakarlık, ihlas ve
özveridedir; esaretlere, mahrumiyetlere, işkencelere,
dertlere tahammül etmede, tehlikeleri karşılamada ve
mücâdeleler sahnesindedir.
Halkın hatırına Allah'a varıyorsun. Hz. Peygamber ne
güzel buyurmuş: "Her dinin bir ruhbanlığı vardır. Benim
dinimin ruhbanlığı ise cihaddır."
Şu
halde Tavaf esnasında Ka'be'nin içine
girmemelisin, Ka'be'de oturmamalı, durmalısın. Topluma
katılmalı, Tâifîn topluluğunda yok olmalısın. Bu insan
girdabında boğulmalısın. "Kendini Tavaf eden halka teslim
ederek", kendinden geçerek ve topluluğa bağlanarak ancak
hacceder, Hacı olursun, Allah'ın davetine lebbeyk der,
Allah'ın Haremine yol bulursun.
Ne
görüyorsun? Ka'be duruyor: çevresinde ne var? Beyaz
bir
sel, tek vücut, tek renk, tek tarz, gösterişsiz, kibirsiz,
ferdîliği seçkin ve ayrıcalıklı kılan hiçbir işaret ve alâmet-i
farikası yok. Hiç kimse tanınamaz burada. Burada sadece
"küllî" olanı görebilirsin. Ka'be'nin dışında ferdin gerçekliği
vardır, cüz'î, objektif bir gerçekliği, "küllî" zihinsel bir
kavramdır. "İnsan", bir mânâ, bir ide, aklî, zihnî ve mantıkî
bir
kavramdır. Dış âlemde sadece "insanlar" vardır.
Hasan ya da Hüseyin, kadın ya da erkek, doğulu ya da
batılı her kim olursa olsun burada gerçekliklerin hepsi yok
olmuştur. Küllî kavramı, aklî veya zihnî hakikat, dışsal
nesnel bir gerçeklik elde etmiştir. Şimdi Ka'be'nin etrafında,
sadece insandır tavaf eden halktır! Gerisi hiç!
Sen, "sen" olduğun sürece tavaf çemberinin dışında bir
seyircisin ancak, bu "insan" girdabının "sahil"inde
durmuşsun, "durmuş dikilmişsin"! Demek ki sen yoksun,
demek ki sen bir yabancısın, bir "ferd"sin, demek ki sen bir
yabancısın, bir "ferd"sin. Demek ki sen bir hiçsin, sistemden
boşluğa fırlatılmış bir zerresin. Öyle ise var olmalısın,
burada sana, "kendi"ni olumsuzlamakla ancak olumluluğa
erişebileceğini, kendini reddetmek ve yok saymakla ancak
ispata varabileceğini öğretirler. "Kendini" zerre zerre, az az,
yavaş yavaş, başkalarına feda etmek, ümmete feda etmek'le
ancak zerre zerre, az az, yavaş yavaş, "kendi" ne erişirsin,
kendim keşfeder, asli benliğim bulursun.
Burada "kendini ani ve devrimci bir biçimde ölüme
bırakmak, kızıl ölümde yok etmek"ledir ki ancak "şehadet'e
erer, şehid olursun. Şehadet, var oluş demektir, hayat
demektir. Yani daima göz önünde olmak, hissedilir olmaktır.
Şehid ise daima diri, hâzır ve nazır, açık, görünür, objektif
numune, ölümsüz canlı varlık demektir!
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Hayır!
onlar, Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar."
(3/Al-i
İmran, 169)
Sebîlullah (Allah'ın yolu), sebîlu'n-nâs, yani insanların
yoludur. İkisi aynı şeydir. Ferdiyetten Allah'a doğru bir yol
(sebîl) yoktur. "Peki öyleyse ferdî olarak yapılan ibadetler
niye?" dersen, şu cevabı veririz: kendini yetiştirip
oluşturmanı eğitmen için. Kendini eğitmendeki amaç,
fedakarlık mertebesine erişebilmen, toplum için özveride
bulunma liyakati kazanabilmen, insan olabilmendir.
Gerçekte fert fânî, insan bakîdir. İnsan, tabiatta Allah'ın
halifesidir, Allah, Allah olduğu için O'nun halifesi, gölgesi ve
ayetidir, yani insandır. Sen "kendini bu ebediyyette
öldürmek" le dirilir, ebedî kalırsın. Denizden, nehirden ayrı
bir
damla, şebnemdir, o yalnızca geceleyin vardır; ömrü bir
gecedir, sakindir, güneşin ilk aydınlık parıltılarıyla birlikte
yok
olur.
O
halde ebedîleşmek, akmak, denize kavuşmak için
ırmağa bağlan.
Niçin duruyorsun öyle, ey şebnem? Kendi düzeniyle
yaratılış düzenini ifade eden bu boş sedalı dalgalı girdabın
kenarında niçin beklersin? Gel, bu girdaba katıl, adım
atarak ilerle!
Şimdi halka/insanlara bağlanmak/katlanmak
istiyorsan, "niyet" etmelisin. Niyet etmelisin ki bilinçli
olasın, ne yaptığını, niçin yaptığını bilesin, bilinçli bir
şekilde, kendin için değil, Allah için, siyaset için değil,
hakikat için yaptığını bilesin.
Burada her iş, bir hesap üzeredir; bu sürekli harekette,
mükemmel-dakik bir düzen egemendir; zira evren böyledir.
Haceru'l-Esved ve Bîat
"Hacerü'l-Esved rüknü"nden başlamalısın tavafa.
Buradan girersin dünyanın sistemine; halkın girdabında insanların
arasına. Bir damla gibi yok olur, kalırsın. Kendi yörüngeni
bulur, kendi hareketini başlatırsın. "Merkeze" yerleşir,
yörüngeye oturursun, Allah'ın yörüngesine, ama halkın
arasında!
Öncelikle Hacer'ül-Esved'e "dokunmalı"sın. Sağ elinle
Hacer'ül-Esved'i sıvazlamalı ve hiç vakit kaybetmeden
kendini girdaba atmalısın.
Bu
taş, "el"in sembolüdür, sağ elin. Kimin eli bu el?
Allah'ın sağ eli.
"Hacer-i Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elidir"!
Yalnız bir insan, yaşayabilmek için; yalnız bir kabile,
çölde barınabilmek için, kabile reisiyle, kabilelerle andlaşma
yapar, kabile reisi veya
kabilelere müttefik olurdu. Dostluk
anlaşması, himaye anlaşması. Fertler, bir iş bir ülkü adına
bir
rehberle anlaşma yaparlardı. Bu anlaşmanın adı, biat idi.
Biat nasıl mı yapılırdı? Şöyle :
Bir
kabile reisi veya bir liderle biatleşmek istediğin
zaman sağ elini uzatırdın. Reis veya rehber, sağ elini, senin
sağ
elinin üzerine koyardı. Böylece sen ona biat etmiş,
onunla müttefik olmuş olurdun.
Geleneğe göre, sen elini biat için bir kimsenin eline
koyduğunda, önceki biatlardan kurtulurdun. İşte şimdi
büyük seçim anındasın; kendi yolunu, yazgı ve hedefini
seçme zamanın gelmiştir artık. Hareketin başlangıcında,
kendini terkedip diğerlerinde gark olmanın eşiğinde, halka
bağlanma, toplumla bütünleşme anında, Allah'la
biatleşmelisin. Allah, sağ elini sana uzatmış; sen de sağ
elini uzat, O'na biat et. O'nunla müttefik ol. Önceki bütün
ittifak, anlaşma ve bağları at, iptal et. Elini, zer u zor ve
hile ile biat için uzatmaktan, yeryüzü ilahları, kabile
reisleri, Kureyş eşrafı, patronlar ve köşk sahipleri'yle
anlaşmaktan, evet bunların hepsinden uzak dur; bırak
onları, özgür ol.
"Allah'ın eli, onların eli üzerindedir"!
(Feth, 10)
Allah'ın elini, kendi elinin üzerine koy. Bu el, onların
elinin üstündedir, senin elinle, kendilerine biat alanların
elinin.
53
Diğerlerinin biat bağından kurtulup özgürleştin. Allah'a
el
verdin. "Fıtrat mîsakı"nı yeniledin. "Sorumlu" hale
geldin. Allah'la müttefik oldun. Harekete geç, halka katıl,
yörüngeni bul, "seçimini yap. Kendini topluma ver. Tavaf
zamanıdır, gir öyleyse tavafa!
Büyük ve güçlü bir nehre dökülen ufak bir dere gibi, ayrı
kalmış olan beninden uzaklaşıyor, topluma katılıyorsun;
uzaklaşıyor ve kendi tavaf dairenin ışınının "Ev"e daha bir
yakınlaşması için çaba harcıyorsun. "Yalnız gitmediğini"
Toplumla gittiğini hissediyorsun. Yavaş yavaş "kendin
gitmediğini", "toplumun seni götürdüğünü", seni her zaman
taşımış olan ayaklarının kurtulduğunu hissetmeye
başlıyorsun. Topluluğun gücü, topluluğun hareketi,
topluluğun ahengi ve cazibesi, dünyanın namusu, seni
sımsıkı kucaklamış. Artık kendi ayaklarının üstünde değilsin.
Başkasının elinde değilsin. Evet değilsin, yoksun. Sadece
topluluktur var olan.
Ne
kadar derine inersen, toplumun baskısı da o kadar
artar. Seni kendi içinde sıkar. Topluluk, hâlâ ben olan "sana"
tahammül edemez, seni yok eder, içine alır, sindirir.
Topluluğun diri, ebedî ve hareketli bedeninde: halk, insan,
kan
damlası, canlı, ebedî.
Akıcı, ama "kendi"ne değil, "topluluğa".
Ve
topluma dökülür bağlanırsın.
Fakat siyasetle değil, "aşk"la!
İbrahim'in Rabb'ine bak! O kulun kendine bağlılığını,
ferdin topluma bağlılığına bağlamıştır. Ne kadar hoş, güzel
ve
incelikli! Seni kendi aşk cazibesine, topluluğa çekiyor.
Allah'ı görmeye gelmişsin, kendini halkın ortasında
buluyorsun. Seni Evine davet etmiş. Sen tek başına onu
görmek için bunca yol katetmişsin. Sana diyor ki topluluğa
katıl. Toplulukla yürü, Evin içine girme. Evin yanında
durma. Eve yönelme. Eve yönelerek, tavaf etme. Toplumda
omuz omuza yürü. Önüne bak. Ka'be kıbledir. Fakat eğer
tavafta kendi yönünü bırakıp Kıbleye dönersen, tavafım
helak edersin! Durma: sağa veya sola gitme, geri dönme,
başını arkaya çevirme. "Ka'be'nin yanı"ndasın: onu ziyaret
etme! "Kıble'nin yanı"ndasın. Ona bakma. Kıble senin
önündür.
Şimdi artık yaratılış düzeninin bir parçası oldun. Bu
sistemin yörüngesine oturdun. Dünya güneşinin çekim
alanına girdin. Soldan
sağa dönen bir yıldız gibi tavaf yapıyorsun. Allah'ın
çevresinde tavaf yapıyorsun. Dönüyor, dönüyor ve nihayet
bir
hiç olduğunu hissetmeye başlıyorsun. Artık kendim
hatırlamıyorsun. Var olan, yalnızca aşktır: aşkın cazibesi.
Sen
ise bir "meczûb"!
Dönüyor, dönüyor, "hiç" diye bir şey olmadığını, ancak
"O"nun var olduğunu, kendinin yokluk olduğunu, "kendi
varlığım hisseden bir yokluk" veya
Kendi yokluğunu hisseden bir varlık"
olduğunu hissediyorsun..
Dönüyor... dönüyor., bir "nokta" olduğunu
hissediyorsun: bir nokta idin. Bu "tavafta, bağlanmış bir
çizgi, bir medar, bir haraket, bir tavaf ve bir haccsın. Onun
tavafı, onun haccı ve sen bir "teslimiyet"! Bir tevekkül, işleri
Allah'a havele etmek!
Özgürlükten daha üstün, daha öte bir şey:
bizzat kendi kendine seçtiğin cebir!
Aşk
zirvesine ermiştir. Aşk mutlaka ermiştir. Ve sen
kendini kendinden tecrit ettin. Soyutladın, soyut oldun.
Anlıyorsun ki zerre zerre onda eriyor, zerre zerre onda yok
oluyorsun; baştan başa aşk oluyor, kendini feda ediyorsun!
Aşkı, hareketle izah etmek isteseler, nasıl izah ederler?
Acaba bu hareket, nasıl bir şey?
Kelebek, öteden beri bize öğretmedi mi!
Ka'be aşk merkezidir. Sen ise bir pergel merkezisin ve bu
dairede sersem olmuşsun!
Hacer bize öğretmedi mi? Öğretti elbette.
Büyük maşuk, insanın büyük müttefiği -Allah- insana
ferman vermektedir.
Memedeki çocuğunu al, şehir, memleket ve bayındır
yerden hicret et, otların, hatta çöl dikenlerinin bile
yeşermeye korktukları, bu korkunç vadiye gel.
O,
bütünüyle teslim olup, emre boyun eğiyordu. Sadece
aşkın kabul edebileceği, yalnızca aşkın anlayabileceği bir
emir!
Bu
uzak vadinin ortasında, bu kuru, yanık ve ürkünç
dağların arasında tek başına bir kadın ve tek başına bir
çocuk! Taşlar önce erimiş sonra katılaşmış ateş kütleleri
gibi.
Nasıl olur? Susuz? Bayındırsız, imarsız? Kimsesiz? Ipıssız?
Fakat... O söylemiş, o istemiştir. Tevekkül, tevekkül-i
mutlak... akıl, mantık ve hesabın anlayamadığı şey. Hayat su
ister, çocuk süt. İnsan ,dost ister, kadın, murakıp; anne
himayeci; dost yalnız; yardımcı güçsüz...
Evet doğru... fakat aşk, bütün yokluk ve olumsuzlukların
yerini doldurmaktadır. Eğer ruh, aşkı tanışa, aşkla
yaşanabilir. Mücahid, aşk silahını kuşansa, boş elle
savaşılabilir.
Ey
yalnız insan, ey yalnız câriye, güçsüz kadın. Ey çocuk,
ey
anne O'na dayan, aşka sarıl, tevekkül et!
Yedinci turun sonunda tavaftan çıkarsın.
Yedi mi dedin?
Evet!
Burada yedi, altı+bir değildir. Yedi Allah'ın evini tavaf
etmem, kendimi halka adamam demektir. Burada yedi
sonsuzdur; daima halkın geçiş yerinde O'nun evinin
çevresinde dönüyorum. Bu haccdır, ziyaret değil.
Yedi, "kainatın yaratılışı"nı hatırlatır.
Ve
sen tavafta kendini âlemin bir zerresi sanmıyor
muydun? Yoksa bir merkezin çevresinde tavaf etmek,
varlığın bir nümayişi değil midir?
Tevhidi dünya görüşünün pratik yorumudur bu?
Şimdi sıra Makam-ı İbrahim'de iki rekat namaz kılmaya
geldi.
Burası neresi? Makam-ı İbrahim: üzerinde İbarihim'in
ayak izlerinin bulunduğu bir kaya parçası. İbrahim, bu taşın
üzerine çıkarak Hacer'ül-Esved'i -Kabenin yapıtaşı- yerine
koymuştur.
Evet, İbrahim, bu taşın üzerinde durmuş, ve Ka'be'yi
inşa etmiştir.
Ne
kadar sarsıcı değil mi? Ne kadar etkileyici olduğunu
anlıyor musun?
Yani ayak, İbrahim'in ayağını koyduğu yerde
durmaktadır. Kimin ayağı senin ayağın!
Vay
be! Bu Tevhid insanın başını neler getiriyor, insana
neler yapıyor! Ne kadar zor ve çetin! Bazen seni bir hiç
yapıyor, bazen her şey. Bazen senin "sen olmaklığına"
tahammül edemiyor, seni çamu
ra
batırıyor, bazen melekûtun zirvesine çıkartıyor ve Allah'la
diz
dize oturtuyor, Allah'ın özel Haremine götürüyor,
Allah'ın çok yakını yapıyor, Allah'ın benzeri olarak görüyor.
Sana vuruyor, çarpıyor, eziyor, yok ediyor, eritiyor,
tahkir ediyor, boynuna kölelik buyunduruğu geçiriyor,
alnını toprağa secde ettiriyor ve sonra da seni çağırıyor:
Ey
dost! Ey arkadaş! Benim yalnızlık dostum, haremimin
mahremi, sırdaşım, emanetçim, muhatabım, yaratış
gayem, özel dostum...!
Bir
saat önce, tavaf girdabının kenarında durmuş, azar
yağmuruna tutulmuştun. "Senlik" içinde durmuş, kendi
ferdiyetinin ayağı üzerinde karar kılmış, halkın dışında,
halkı seyretmiş olan seni değersiz bir zerre olarak görüyor,
"pis kokulu bir çamur", "kuru kil", "çanak çömlek yapımında
kullanılmanın dışında bir işe yaramayan toprak parçası" ve
"sel artığı çamur" olarak...
Hareket eden, haccetmek gibi bir hedefi olan,
dolayısıyla geri kalmayan, korkmayan ve koku salmayan
akıcı sel gider, saf, ihtişamlı, coşkulu, ezici bir biçimde yol
arayarak, çöllere galip gelerek ve setleri yıkarak... Ve sonuç
çölde bağ, bahçe, bayındırlık, cennet bitirmek... İşte sen
böyle bir selden geri kalırsan, çökelir, yere yapışır, kuru bir
çamur tabakası olursun. Katı, sert ve delik deşik bir tabaka:
"Ateşte pişmiş gibi kuru bir çamur."
(Rahman, 14)
Sonra ne olur?
Yerin, bağ ve bahçelerin, toprak, filiz ve bitkilerin
üzerini örtersin (küfr). Senin bu örtün aşk ve şevkle
filizlenmeye hazır binlerce tohumu kararsızlaştırır. Bitab
düşürür, açmaya, yerden baş vermeye, fezaya doğru dal
budak salmaya, dallanıp budaklanıp göklere çıkmaya,
güneşe erişmeye mecalleri kalmaz hale getirir. Toprağın
derinliklerine gömersin onları, çürütür öldürürsün.
"Onu örten de kesinlikle yıkıma uğramıştır." 20
(Şems, 10)
Sel, mest olmuş, saf ve parlak bir biçimde hayat
bahşederek, tıpkı Mesihî bir ruhla akıp gidiyor!
Sen
ise eğer bir çukurda, bir ruhbanlık ve ferdiyet
köşesinde, "kendinin kendi olmaklığı" kuyusunda kalır,
inzivaya çekilir, kendi ferdiyet kalende mahpus olur, kendi
zevklerinin veya riyazetinin esiri durumuna düşersen, o
takdirde, köpürür, pis bir su göleti olursun; vücudunda
yüzlerce hastalığa sebep olan böcekler yuva kurar, ruhunda
ürer ve ölürler. Rengin bozulur, yüzün değişir, tadın ve
kokun, asliyetini kaybeder, murdar bir mezarlık olursun.
Kokar, bataklık haline gelirsin:
"Kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan"
(Hicr, 26)
Ne
güzeldir taştan çıkıp
başını taşa vurmak
Çöl
olsa, bölünürdü ortadan,
ikiye Dere olsa, inerdi yukardan
aşağıya!
Ya
senin yüreğin?
Bir
bataklık gibi adeta!
"Durgun, sakin, yavaş ve sessiz"!....
Ak,
sel ol, Ez,
sil
süpür...
...
çık da gel! Haccet! Tavaf eden
halk girdabına katılarak
Tavaf et!
Ve
şimdi bir saat sonra, yani Tavaftan sonra: bu "fena fî
halk-i âşık" [aşık halkta fena olma] denizine daldın, "Tavaf
eden insanlık" girdabında boğuldun. Kendinde sahip
olduğun "kendi fânî varlığını", Allah'a yönelen "halkın bakî
varlığına bıraktın, yokluk dalgalarının arasında yüzdün,
"halkın geçtiği yol"da, "Allah'ın yörüngesinde" dolaştın;
"sonsuzluk ekseni"ne ve "sonsuz felek çarkı"na yerleştin...
Şimdi bir İbrahim oldun!
Mâkâm-ı İbrahim
Tavaf girdabından çık,başladığın noktadan! Tıpkı
ölümden hayatın,
yokluktan varlığın çıkması gibi, battığın yerden,
bizzat kendinin var oluş
ufkunda şimdi doğuyorsun,
"kendinin kendi oluşu" ufkundan...!
Şimdi senin "İlahî öz"ün, içinde, senin çamursal seninde
bulunan "Allah'ın ruhu" girdabtan doğup başını kaldırıyor.
Nereden? Başladığın, içine girdiğin köşeden; Allah'ın Eli'nin,
Sağ
Eli'nin altından. Artık kendin oldun. Bütün sahte
"ben"lerinin ölümüyle o gerçek "ben"e kavuştun...
Pak
ve ak İhram elbisesi içinde Allah'ın hareminde,
İbrahim'in işlediği yerde!..:
Mâkâm-ı İbrahim'de duruyorsun. İbrahim'in ayak bastığı
yere ayağını koyuyor, karşısına geçiyor, O'na kulluk
ediyorsun.
Tarihin büyük put kırıcısı, yeryüzünde Tevhid'in bânîsi,
toplumun hidayet elçiliğini omuzlayan, çok sabırlı isyankar,
yol
gösteren başkaldırıcı bir İbrahim'sin... İbrahim ki
yüreğinde dert, gönlünde aşk, yüzünde nur ve elinde
balta...!
Küfrün kalbinden imanın yükselişi, şirk bataklığından
Tevhid'in fışkırması... İbrahim, beşeriyet taifesinin putkıran
insanı, kabilesinin put imalatçısı Azer'in evinden çıkmadı
mı?
Putkıran, Nemrutları mağlub eden, cehaleti ezen,
zulmü yıkan, uykunun düşmanı, zillet suskunluğuna isyan
eden, zulme karşı güvenliği getiren, toplumun önderi ve
komutanı, hareketin öncüsü, hayat, hareket ve yönün, ülkü
ve
ümidin, iman ve tevhidin önderi...
Evet sen bir İbrahim'sin şimdi! Ateşin üzerine -içineyürü
zulüm ve cehalet ateşini; ta ki halkı ateşten kurtarasın,
zulüm ve cehalet ateşinden.
Her
sorumlu insanın, nur ve necat sorumlusu her
insanın yazgısında var olan ateş.
Ancak... Tevhid Rabbi, İbrahimîler üzerindeki
Nemrudîlerin ateşim kırmızı güle dönüştürüyor!
Yanmaz, kül olmazsın. Maksat cihad yolunda, "ateş"e
kadar yürümendir; halkın ateşten kurtuluşu yolunda kendini
ateşe bırakman, en ıstırap verici şehadete erişmendir.
Sen
İbrahimsin artık! İsmail'ini kurban et, kendi ellerinle
hem
de. Boğazına bıçağı daya.
Daya ki bıçağı halkın boğazından çekip alabilesin;
durmadan iktidar saraylarının temelleri altında, talan
hazinelerinin başında, dırar [zarar] ve zillet tapınaklarının
eşiğinde boğazlanan halkın boğazından bıçağı al ve
İsmail'inin boğazına daya. Daya ki bıçağı celladın elinden
alabilesin!
Fakat.. İsmaillerin fidyesini O Allah, o İbrahim'in İlahı
bizzat
ödüyor:
Öldürmezsin, korkma! İsmail'ini kaybetmezsin. Amaç,
iman yolunda "İsmailini, kendi ellerinle kesme noktasına
kadar ilerlemendir.
Taki "en dert verici şahadet" e eresin...!
Ve
şimdi sen ey aşk tavafından gelen, "Mâkâm-ı
İbrahim"de durmuş, İbrahim'in mevkiine erişmişsin!
İbrahim, bu mevkie, bu makama gelinceye kadar,
feleğin yedi çemberinden geçmişti: put kırma, Nemrud'u
yenme, mancınıkla azap ateşine atılma, İblis'le savaş,
İsmail'i boğazlama ve ... hicretler, ıstıraplar, yalnızlıklar,
işkenceler ve nihayet nübüvvetten imamemete/
"ferdiyet"ten "toplum"a, "put imalatçısı Azer'in evinin
üyesi" olmaktan "Tevhid binasının inşa edicisi" olmaya kadar
bir
çok aşamalardan geçmiştir.
Sonra burada durmuş, saçlarına ak düşmüş, bir tarih
olan ömrün sonunda Ev'i inşa etmek ve Hacerü'l-Esved'i
yerine koymakla memur. Allah'ın Evi, Allah'ın Eli ve dostu
İsmail!
İsmail taş çekiyor ve babasına veriyor. Baba taşın üzerine
çıkarak evin temellerini inşa ediyor, evi yapıyor!
Ne
hayret verici bir durum! İsmail ve İbrahim, Ka'be
binasının ustaları ve yapımcıları. İsmail ve İbrahim!
İbrahim, ateşten kurtulmuş, İsmail'se kurban olmaktan! Bu
aşamalardan geçmiş her ikisi de. Sonunda ikisi birlikte,
Allah'ın memuru olmuşlar, halkın sorumlusu, yeryüzünde en
eski Tevhid Mabedi'nin mimarı, tarihte ilk "halk evi"nin,
"özgür ev"in, özgürlük evi'nin, aşk Ka'besi'nin ibadet ve
haram Ka'be'sinin, melekût'un iffet örtüsünün sembolü olan
Beytullah'ın mimarı olmuşlar.
Ve
sen, şimdi işte "Makam-ı İbrahim"desin. İbrahim'in
ayaklarını koyduğu yere basıyorsun. İbrahim'in yükseliş
merdiveninin en
son
basamağındasın. İbrahim'in Mirac'a çıkışının en yüksek
noktasındasın, Takarrübde İbrahim'e en yakın mesafedesin:
"Makam-ı İbrahim"de!
Ve
sen Ka'be'nin banisi, özgürlük evinin mimarısın;
Tevhid'in kurucusu, sorumlu, âşık, duyarlı, bilgin, putkıran,
toplumun önderi, Nemrud'un zulmüyle kavgalı, şirk
cehaletiyle savaşan, İblis'in vesvesesiyle "halkın içine
vesvese tohumları atan Hannas"la cihad halinde bir
insansın.
Istırap ve perişanlıklara tahümmül, tehlike, ateş gibi
şeylere sabır... İsmail'ini kesme!
Şimdi artık kendin için bir ev, İsmail'in için bir karargah
sözkonusu değil. Sözkonusu olan, halk için bir ev,
sığınmasızlar için bir çatı, yeryüzünde korkarak ve kanlar
içinde kaçan, sığınacak bir yer bulamayan kaçaklar, takip
edilenler, her yerde Nemrud'un takibi altında olan yaralı
ve
sığınmasız avlar için bir sığınak;
bu
karanlık Şeb-i yeldâ'da bir meşale,
bu
zulüm gecesinde bir feryâd!....
İnsan için, Allah'ın ailesi -halk- için emin, pak, özgür bir
harîm ve harem. Tersine başka her yer utanç verici,
emniyetsiz! Yeryüzünü sayısız ve kocaman bir saygınlığı
olmayan kocaman bir kerhaneye dönüştürmüş; tecavüz,
hile, adam tutmanın dışında her şeyin yasak addedildiği bir
mezbahaya çevirmişler. Sen ey İbrahim rolünde ortaya çıkan
Hacı! Makam-ı İbrahim'de durmuş, İbrahim'in bastığı yere
basmış ve İbrahim'in Allah'ının Eline biat elini vermişsin.
Öyleyse İbrahim gibi yaşa, kendi çağının iman Ka'be'sinin
mimarı ol. Toplumunu durgun ve ölü hayatın pisliklerinden,
uyku rahatlığından, zulüm zilleti ve cehalet karanlığından
çıkar, harekete geçir, onlara yön kazandır, Hacc'a çağır,
tavafa getir...
Ve
sen ey Allah'la "müttefik" olan, ey İbrahim'le adımdaş
olan! Ey tavaftan gelen, tavaf eden halkta fânî olmaktan
gelen, İbrahim suretinde ortaya çıkmışsın, Ka'be'nin
mimarının, Harem şehrin kurucusunun yerinde Mescidü'l-
Haram'da kendi müttefikin -Allah'ın- karşısında
durmuşsun.
Kendi toprağını, harem bölge yap!
Zira harem bölgedesin.
Kendi çağını haram zamanı yap;
zira haram zamandasın.
Yeryüzünü de Mescid-i Haram kıl;
zira Mescid-i Haram'dasın, zira
"yeryüzü Allah'ın Mescidi'dir".
Oysa görüyorsun ki şimdi öyle değil!
Sa'y
Mâkâm-ı İbrahim'de tavaf namazını ifa ettikten sonra
"Sa'y yeri" ne gidersin; Safa ile Merve tepeleri arasında,
üçyüz metre kadar bir mesafe. İki tepenin arasım yedi kez
"sa'y" edersin. Safa tepesinden aşağıya inersin. Yolda
Ka'be'nin hizasına varır ve ondan sonra yolun bir kısmını
"hervele" yaparsın. Daha sonra normal yürüyüşüne
geçersin. Yolun geri kalanını, Merve tepesinin eteğine
kadar sa'y edersin.
Sa'y, hedefi olan arayış dolu bir harekettir, koşmak ve
atılmaktır.
Tavafta Hacer rolündeydin
Makam'da hem İbrahim hem İsmail rolünde
Şimdi sa'y'e başlıyor,
tekrar Hacer rolüne geri dönüyorsun!
Herkes birdir burada. Bütün şekiller, kalıplar,
görünüşler, unvanlar, benlikler, rütbeler, ayrıcalıklar,
sınırlar, mesafeler, alâmetler, renkler ve modeller silinmiş,
yok
olmuştur. Burada doğal haliyle insan ve doğal haliyle
insanlık sözkonusudur.
İman ve aşk, akîde ve ameldir burada geçerli olan.
Gerisi bir hiç...!
Burada şahsın, falanın, filanın sözü edilmez, İbrahim,
Hacer ve İsmail de sözkonusu değildir burada . Bunlar,
burada artık fertler ve şahıslar değil, sadece kelime ve
anlamlardan ibarettirler.
Var
olan her şey, hareket ve sebat, insanlık ve
ulûhiyyettir ve burada sadece düzen vardır.
İşte Hacc budur: Yönelmek, niyet etmek, sabit bir yönde
mütemadiyen, hareket etmek... Bütün bir evren de budur
esasen.
Ve
şimdi
Sa'y.
Burada Hacer'sin!
Hacer: bir kadın, övünçsüz, tahkir olmuş Afrikalı bir
kadın, bir câriye, siyah bir câriye, Habeşli... bir kadının:
Sara'nın cariyesi!
Bütün bunlar, beşerî düzende şirk düzeninde geçerlidir.
Fakat Tevhid düzeninde: bu câriye Allah'ın muhatabı,
Allah'ın büyük Peygamberlerinin annesi, Allah'ın rasülü,
Allah'ın yarattığı en güzel ve en aziz değerlerin tecelligahı.
Hacc tiyatrosunda baş kahraman, en seçkin sima,
Ve
Allah'ın özel hareminde bir tek kadın, anne!
Aşk
buyruğuyla süt emen çocuğunu tutup mamur
şehirden, kendi hayat ve toplumundan, akrabalarından, bu
taş
ve asık suratlı tepelerin arasına geldi, tek başına, hiçbir
azığı ve hiç bir kimsesi yok,
sadece aşkı var!
Geldi, çocuğunu -Allah'ın fermanıyla- bu vadinin
ortasına bıraktı, kuru, yanık, susuz, erimiş, kurak, bitkisiz
bir
vadi, bir hiç yani.
Korku, dehşet, ürperti, yalnızlık ve ölüm vadisi...
Mutlak tevekkül!
Ne
kadar şaşırtıcı bir şey! Allah böyle yap demiştir: Ben
sana, çocuğuna, yaşamına, geçimine ve geleceğine kefilim!
Sen
ey Hacer! teslimiyet ve tevekkül timsali, aşka inancın
ve
tevekkülün büyük muzafferi! sen benim himayem
altındasın.
Ve
Hacer, teslimiyet ve itaatle çocuğu vadinin ortasına
bırakmıştır. Zira Allah böyle demişti.
Aşk, böyle istemişti!
Fakat Hacer, teslimiyet ve rıza kahramanı bu kadın, hiç
durmaksızın ayağa kalktı, tek başına, Mekke çevresindeki
kuru, kurak, yamk-yakıcı dağlarda su aramaya, su bulmak
için koşuşturmaya, bütün gücüyle aramaya, hareket,
gayret, himmet, kararlılık ve kendine güvenle, kendi
ayakları üzerinde durarak, kendi iradesiyle, kendi
düşüncesiyle su bulmaya çabaladı. Bir kadın, bir anne,
tek
başına, âvâre, perişan, muztarip, mesul, telaşh, arayış
içinde, âşık, mü'min, aşüfte, dertli, korumasız, sığınmasız,
evsiz, toplumsuz, sınıfsız, ırksız, kimsesiz umutsuz... ama
umutlu, bir esir, bir garib, bir câriye, kimi kimsesi olmayan,
nefret sürgünü, aristokrat düzeninden kovulmuş, milletin,
soyun, sınıfın nefretini kazanmış, hatta ailenin kovduğu
siyah bir cariye ve kucağında bir çocuk, evinden şehrinden
uzaklaştırılmış, üstün ırk ülkesinden atılmış, çölün gurbet
ellerinde âvâre, uzak dağlıkların tutsağı.. Ve şimdi tek
başına, çalışkan, yorulmak bilmez, umutsuzluk tanımaz,
kararlı gayretli, dağlar arasında âvâre,
yalnız başına,
Yüksek tepelerin başında feryad etmeden koşuşturuyor.
Su
arayışı içinde!
İbrahim kültürünün prometesi,
Bir
Tanrı değil, bir câriye
"Ateş" değil "su" bahşeden bir câriye.
Su
mu? Evet su! Gayb değil, metafizik değil, aşk değil,
tevekkül değil, teslimiyet ve itaat değil, âb-ı hayat değil,
âb-ı ruh değil, âb-ı mânâ değil? Peki ya nedir? Aydınlanma
suyu mu? Gökyüzü mü? Hayır, hayır...
Arştan yağan değil, yerden kaynayan. Maddi'nin maddîsi.
Yeryüzünde akan sıvı bir madde. Maddî hayatın teşne
olduğu, bedenin muhtaç olduğu, vücudunda kan halini
alan, annenin memesinde süte dönüşen ve çocuğun
ağzında su olan şey!
Su
aramak için Sa'y,
maddî hayatın olmazı olmasık,
baştacı, yeryüzü hayatının âbidesi, nesnel bir ihtiyaç,
insanla toprak ve dünyayı birbirine bağlayan bağ, bu
dünyaya ait cennet, yeryüzü sofrası...
Ve
Sa'y: maddî bir iş, Maddi bir çaba; su için, ekmek için,
susuzluğunu gidermek için, çocuğunun açlığını gidermen
için, iyi yaşaman için çabalamak ve koşuşturmak... Susamış
bir
kimse, bu yanmış ve yakıcı çölde bir pınar bulup
kendisine su armağan etmeni beklemekte. Zira sen
sorumlusun.
Sa'y: ihtiyacını doğanın kalbinden temin edinceye,
taştan su çıkarıncaya kadar yeryüzünde, toprakta
didinmek.
Sa'y: mutlak maddiyat, maddî ihtiyaç, maddî eylem,
maddî hedef!
İktisat, tabiat, gayret!
Yani: ihtiyaç, maddiyat ve insan!
Mutlak aklediş!
Hayret! Sa'y ile tavaf arası, bir kaç adım, bir kaç saniye
ve
fakat bunca yol, bunca mesafe sözkonusu!
İki
zıddın, iki karşıtın fasılası!
Tavaf, mutlak aşk,
Sa'y ise mutlak akıl!
Tavaf, büsbütün "O"!
Sa'y ise büsbütün "sen"
Tavaf cebr-i İlahî!
Sa'y ise ihtiyâr-i insanî!
Tavaf, mumun çevresinde döne döne yanıp kül olan, hiç
olan, aşkta yok olan, ışıkta ölen bir kelebek...
Sa'y ise sarp ve kara dağların tepelerinde kendi büyük
gayretiyle uçup rızık arayan ve rızkını taştan çıkaran bir
kartal...
Gök
ve yer onun emrinde; rüzgarlar, onun uçuşuna
ram. Uzak ufukları, onun uçuş menzilinde, bütün bir uzay
boşluğu onun himmet ve gayretinin cilvegâhı, bütün bir
yeryüzü onun kanatlarının altında, Yeryüzünün sarp
kayalıklı dağları, onun keskin ve mağrur bakışlarına ezilmiş
ve
teslim olmuş!
Tavaf, kendini "hakikat"te kaybetmiş insandır.
Sa'y ise kendini "gerçeklik"te kaybetmiş beşerdir.
Tavaf, insan-ı meteâl!
Sa'y ise insan-ı muktedir.
Tavaf, aşk, perestiş, ruh, estetik, fedakarlık, şehadet,
ahlak, hayır, değer, maneviyat, zihniyet, hakikat, iman,
takva, riayzet, huşu, kulluk, irfan, işrak, kalp, teslimiyet,
tevekkül, meşiyyet, ma'vera, gökyüzü, ğayb , cebr, itaat,
başkaları, halk, din, ahiret, mead ve Allah.
Doğu ruhunu meraklandıran şey!
Sa'y ise : akıl, mantık, ihtiyaç, hayat, realite, ayniyet,
nesnellik, yeryüzü, madde, tabiat, fayda, endişe, ilim,
sanat, maslahat, lezzet, medeniyet, iktisat, içgüdü, cisim,
tercih, irade, tasallut, dünya, kudret, geçim yolu ve kendin
:
Batıyı gayrete getiren şey!
Tavaf, yalnızca Allah'la ilgili;
Sa'y ise sadece beşerle.
Tavaf, ruhtan başka bir şey değil,
Sa'y ise cisimden başka bir şey değil.
Tavaf, "var olma" ıstırabı, "gökyüzünün dağdağası",
Sa'y ise "yaşam zevki", "toprağın sükûnet".
Tavaf "susuzluğu" arayış,
Sa'y ise "su"yu arayış.
Tavaf, kelebek,
Sa'y. kartal.
Ve
Hacc : iki zıddın birleşmesi, cem'-i zıddeyn! Tarih
boyunca insanlığı meşgul eden, "materyalizm mi idealizm
mi?
Akıl mı işrak mı? Dünya mı Ahiret mi? Metâlanma mı
zühd mü? Yeryüzü sofraları mı gökyüzü sofraları mı?
Maddiyat mı maneviyat mı? İrade mi meşiyet mi? Ve nihayet
Allah'a mı dayanmak, kendine mi?" gibi ikilemli sorulara
insanoğlunu maruz bırakan tezadın halli.
İbrahim'in Rabbi, sana öğretiyor : "Her ikisi de"! Bu
öğrenim, felsefe, irfan, ilim, kelimelerle değil, bir örnekle,
bir
"insan"la yapılır.
Bu
"insan", dünya filozoflarının, dünya ariflerinin, bütün
iman arayışçılarının ve hakikat sevdalılarının, Allah'ın büyük
dersini almaları gereken bir simadır. Bu sima bir kadındır,
siyah bir kadın, Habeşli bir kadın, bir cariye.
Hacer! Bir anne!
O,
"aşk" fermanıyla kendini "O'na" mutlak olarak teslim
eder, çocuğunu şehir, memleket ve hayattan alıp bu yanık,
yakıcı, suzu, harab, kimsesiz vadiye getirir ve vadinin eline
teslim eder.
Tam
bir tevekkül, bütün hesap-kitapların yerini iman
gücüne bırakmak, aşka, "O"na dayanmak...!
Tavaf!
Fakat o,
âbidler ve zâhidler gibi, çocuğunun
yanıbaşında
oturarak mucize beklemez, ğaybdan bir el uzansın da bir
çözüm bulsun, gökten bir sofra insin, cennetten bir nehir
gelsin, tevekkül ihtiyacı gidersin diye bekleyip durmaz.
Çocuğu "aşk"a emanet eder ve kendisi hemen "Sa'y"e
başlar, koşuşturur, "iradesini" sembolize eden ayakları ve
gücünü simgeleyen elleriyle...
Şimdi Mekke'nin etrafındaki ıssız, kurak dağlarda
"yalnız", "susamış", "sorumlu", "garib", "âvâre" bir insan, "su"
temin etmek için çaresizce didinip duruyor!
Hayret edilecek bir durum!
Acaba Hacer'den mi söz ediyorlar, yoksa "insan"dan mı?
"Hacer'in sa'yi" başarısızlıkla sonuçlanır, umutsuzca
çocuğuna döner ve bir de ne görsün: Ne garib! aşka
emanet ettiği bu çocuk, susuzluğunun bıkkınlığıyla
kıvranıp dururken, ayaklarıyla yere vurmuş, umutsuzluğun
zirvesinde, sonuçsuz çabaların sonunun geldiği yerde, evet
tam
o anda, tahmin edilemeyecek bir anda, beklemediği bir
yerden, ansızın, birden bire, evet mucizevi bir şekilde :
-Allah'ın niyaz ve rahmet gücüyle-
Zemzem...!
"Suyun ayak sesi"
Zemzem!
Taşın kalbinden çıkan, hayak bahşedici tatlı su kaynağı,
İşte... ders!
"Su"yu bulmak, "Sa'y"le değil, aşkla bulmak, fakat
"Sa'y"den sonra"!
"Her ne kadar, çalışarak ona ulaştırmasalar da
ey
gönül, sen yine de gücünün yettiği kadar çalış"!
Çaba göster, ey aşka dayanmış kişi, Sa'y et! Tam bir
iman, tam bir tevekkül!
Yedi kez, tam tavaf sayısı kadar!
Fakat çember çizerek değil, Çembersel çaba, değirmen
eşeğinin sa'yi gibidir, kısır döngüdür, sonuçta başa
dönersin. Böyle bir şey "abes", "anlamsız", içi boş daire,
içeriksiz, hedefsiz: tıpkı sıfır gibi.
Yemek için çalışmak, çalışmak için yemek. Peki sonuçta
ne
var? Ölüm!
Yaşamak için yaşamak değil? Allah için yaşamak.
Sa'y için Sa'y değil, halk için Sa'y.
Ve
hareket, eğlence yerinde değil, dosdoğru bir çizgi
üzerinde, bir yol, hicret üzerinde hareket, başından
sonuna, başlangıçtan hedefe
bidayetten nihayete,
Safa'dan Merve'ye.
Gidip gelmek, yedi kez gidip gelmek. Fakat çift değil
tek, Sa'yin, Safa'da değil, hareket ettiğin yerde bitmesi
için.
Yedi defa, yani her zaman yorulmak bilmeden, bütün
bir
ömür boyu "Merve"ye ulaşıncaya kadar...!
Acaba :
"Safa"dan başlamak, "başkalarını pak olarak sevmek"
demek mi?
Merve'de bitirmek, "nihaî insanlık=mürüvvet",
başkalarının uygunsuzluk, yanlışlık ve eksikliklerini
görmeme büyüklüğü demek midir?
O
başkaları kimler? Hangi başkaları? Sa'yde seninle
birlikte olanlar mı?
Ne
bileyim ki?
Fakat bildiğim bir şey var, o da şu:
Aşk'ta "kendini yok sayma" girdabında kendini göster,
İbrahim'in ayaklarını koyduğu yere ayak bas. Bunları
yaptığın zaman ey insan, işte o zaman Hacer gibi
"yalnız" ,
"âvâre", "su arayan", yeryüzü
çölünde "sürgün", "sorumlu",
"susamış", hayat serabında "su peşinde" sin demektir.
Safa tepesinde, âvâre, didinen beyaz insan seline bak.
Bak
ki ne kadar arayış içinde olan, bitkin ve susamış olarak
Safa'dan inen insanları göresin. insanlar, bu çölün yanıkyakıcı
kayalıklarından su bulmak için koşuşturup duruyorlar.
Merve'ye doğru akıyor, Merve tepesine çıkıyor, su
bulamıyor, boş eller, meraklı bakışlar ve susuzluktan
çatlamış dudaklarla geri dönüyorlar. Sonra yine Safa'nın kuru
ve
kurak çölüne varıyor ve görüyorlar ki yolun sonunda,
daha önce var olan şeyin aynısı var. Geri dönüyor ve
aceleyle geliyorlar. Yine Merve'ye varıyorlar. Değişen bir
şey
yok. Tekrar dönüyorlar. Değişen bir şey yok. Tekrar
dönüyorlar, aceleyle gidip geliyorlar, yedi defa oluncaya
kadar! Daima!
Sonuçta su bulamaz, ama Merve'ye ulaşır, o insan seli!
Sen
ey katre! Kendini Safa tepesinden, bu beyaz
avarelik, telaş ve susuzluk nehrine at!
Cemiyet selinde boğul, yukarıdan aşağıya bırak kendini,
Sa'y et herkesle birlikte.
Yolun ortasında Ka'be'nin hizasına varırsın, o zaman
"hervele" yap, herkesle uyumlu bir şekilde...
[Sa'y konusunun bu kısmında Celâl-i Âl-i Ahmed'den söz
etmek istiyorum]
Onunla birlikte Sa'y etmem gerekiyordu. Bir kez daha
Hacc'a gitmeyi ahdetmiştik, ama bu kez birlikte gidecektik.
Ölüm meleği o yıl onu aramızdan aldı. Ve ben tek başıma
gitmek zorunda kaldım. Ama gittiğim her yerde onu
yanıbaşımda görüyordum. Bütün ibâdetleri yapmaya, adım
adım birlikte gidiyor, Haccı birlikte ifa ediyorduk sanki.
Fakat bilmiyorum, bu beraberliğimiz, niçin Sa'yde daha
fazla "idi". Aydınlık bir zuhuru, zinde ve sıcak bir huzuru
vardı. Koşarken ayak seslerini işitiyordum, aşüfte, hızlı hızlı
nefes alışları, yaşlılık nefesleri gibi, o kadar ateşli, o kadar
teşne ve aşıktı ki. Kendimi yalnız başına sersemce o tarafa
bu
tarafa koşuşturan halkın coşkulu susamışlık ve şaşkınlık
seline attım, ama hangi yöne baksam onu görüyordum.
Bazen hem onu sürüklerken, bazen de o beni sürüklüyordu.
Bazen görüyordum: tıpkı Safa tepesinden düşmüş bir kaya
gibi sele karışıyor ve ilerliyordu. Bazen de onu ensemde
hissediyordum, hevvele yapıyordu, Sa'y alanı adeta
titriyordu o esnada. Onu anlıyor, duyuyor ve görüyordum :
Başım, beton direğe vuruyor ve patlayıncaya kadar bunu
yapıyordu; tıpkı Hallaç gibi bu ağır yükü taşımaktan
bıkmıştı. Sa'y de onca çatlağı kapatamıyordu. Başını
ellerinin arasına alıyor ve halkın arasına gelerek feryadu
figan eyliyor, vurun vurun diye yalvarıyordu. Bana
karşı çok isyan etmişti! Acaba bütün bunlar niçin daha
ziyade Sa'y'de "oluyordu". Belki kendi Hacc'ında da böyle
olması nedeniyledir. Hep "rapor" olan ve her yerde keskin
bakışların çalıştığı bu "seyahatname" de, sadece, Sa'y
alanında alevlenir ve kalbini verir, Hac ruhu fıtratına girer ve
ğaybın görkemi onu bitkin düşürür, kendini kaybettirir!
Belki de bu, Sa'y yerinin onun ömrüne, Sa'yin de onun
hayatına benzemesindendir. Bu çölde susamış olan
İsmaillere "su" bulma telaşıyla susamış, âvâre ve meraklı...
Belki onun yürüyüşü Sa'ye benzediğinden, ne kadar
çabalasan ona ulaşmak için durmadan koşman gerekirdi.
Bir
an dalgınlık etsen de arkaya, sağa ve sola bir an
bakıversen, geri kalırdın. O acele ederek kendi ömrünü
geçiyordu. Asla yürümezdi, adım atmaz, hervele yapardı.
Yani koşarcasına yürürdü. Adeta arayış coşkusuna susamış,
araştırmaya aç gibi, daima üzerinde İhram, Safa ile Merve
arasında heyecanlı bir şekilde çaba harcardı gider ve çölde
su
arardı. Bu onun yaşamıydı aslında: Hacc'da tek başına
Sa'y alanına adım atar atmaz, yanıp tutuşur, "Mîkât'ta bir
çöp" iken Sa'ye ulaşır ulaşmaz "Miad'da bir kimse" olur ve
"kalp gözü açılır, ondan sonra görülmeyeni görür ve şunları
anlatırdı:
"Safa ile Merve arasındaki bu Sa'y, şaşkına çeviriyor
insanı. Yönünü birden bin dörtyüz sene öncesine, on bin yıl
öncesine dönderiyor. "Hervele" siyle, (sekmek değil, bilakis
sadece hızlı gitmek) ve yüksek ve gayr-i ihtiyarî
terennümüyle, ayaklar altında kalmalarıyla, ezilmeleriyle,
insanların "kendi"nde olmamalarıyla, terkedilmiş terliklerle,
grup grup birbirine zincirlenmiş olan cemaatin buğulu
gözleriyle ve meczubluktan arî olmayan bir koşmaca içinde,
yaşlıları götüren çarkları, iki kişinin önden ve arkadan
omuzlarına aldığı mahfelerle ve ferdin toplumda
kaybolmasıyla Hacc... Bu topluluğun en son hedefi nedir? Ve
bu
seferin en son hedefi nedir? Belki onbin belki de yirmibin
kişi yek vücut bir ameli yapıyorlardı. Öylesine büyük bir
kendinden geçmişlik arasında sen kendin olabilir, tek
başına amel edebilir misin?
Topluluğun basınç ve tazyikinin seni sürüklediği bir
yerde, bir cemaatın arasında korkman ve bir şeyden
kaçarken engele rastlaman mümkün olabilir mi? Öyleyse
korku ve vahşetin yerine "kendinden geçme"yi koy,
kaçmanın yerine de "avareliği" ve sığınak aramayı. Öyle
seçme hakkı olmayan bir topluluğun için de seninde
ihtiyarın yok. Böyle bir toplulukta acaba "kişi" hangisidir?
İkibinle on binin farkı nedir?
Yemenliler, saçları perişan ve pis, gözleri çökmüş,
bellerine ip takmışlar, her biri mezardan çıkmış tıpkı bir
hortlak gibi. Ve siyahlar; iri, uzun boylu ve kazık gibi,
dudaklarını köpük bürümüş, bedenin bütün azalarıyla
hareket ederler. Bir kadın ayakkabıları koltuğunun altına
almıştı ve tıpkı sokakta kaybolmuş biri gibi inleyerek
koşuyordu. Sanırsın ki bunlar insan değiller ve ellerinden
bir
yardım gelmiyor. Atik ve heyacanlı gençlik itip kakarak
gidiyordu. Sanki karışık, kalabalık bir pazarda bir aptal.
Yaşlı bir adam zorlanarak yavaş yavaş çıkıyor, itilip kakılarak
öne
sürülüyordu: Naşının halkın ayakları altına düşmesine
tahammül edemeyeceğimi anlayınca, elini tuttum ve "Sa'y"
yolunun ortasında gelenleri gidenlerden ayıran sınırda bir
yere oturttum. On-onbeş kişilik bir kadın grubu, ihram
elbisesinin beyazlıklarından enselerini, -renkli bir resmi,
işleme yapılmış bir nakısı- göstermişlerdi. Her biri başka
birinin ihramının belinden tutarak, birbiri peşi sıra bir
tavafçının peşinden gidiyorlardı.
Bu
beyhûdeliğin sonunu, son iki Sa'y'de görüyorsun:
Biraz yokuş var, dönüş yapıp gelmelisin. Yemenliler
vardıkları her seferinde çevik bir hareketle atlama yapıyor,
dönüyor, Ev'e selam veriyor ve bunu her defasında yeniden
yapıyorlar.... Gördüklerime tahammül edemiyorum,
ağlamam tuttu ve kaçtım... Ve buralara gelmeyen ve
dolayısıyla kendini böyle bir cemaatın ayakları altına
atmayan o Meyhene? ve Bestamî zındığının ne hata yaptığını
gördüm. Az bir benlik gururunun orada yeri yoktur. Tavaf
da
böyle bir hali kaldırmadığı ve teşvik etmediği gibi önler.
Tavafa başkalarıyla omuz omuza gidersin, bir şeyin
çevresini dolaşırsın, dolaşırsınız. Yani bir hedef ve bir düzen
var. Sen merkezî dönmeye göre bir ışık zerresisin.
Sonra bitişiksin, bağlısın, serbest değilsin yani. Daha da
önemlisi, orada işin içinde bir yüzyüze geliş sözkonusu
değildir. Diğerleriyle omuz omuzasın, yüzyüze değil yani.
Beyhûdeliği, sadece hızlı insan gövdelerinin geçişinde
görürsün. Veya onların dilinden çıkan şeyi duyarsın. Fakat
Sa'y'de gider ve geri dönersin. "Ayrılan" âvâre olur. İşin
içinde bir hedef yoktur. Bu gidip gelmede sana gerçekten
rahatsızlık veren şey, sürekli olarak gözlerle yüzyüze
gelmektir. Bir Hacı, "Sa'y" halinde, koşan veya hızlı giden bir
çift ayakkabıdır ve kendi olmayan veya "kendin"nden
geçmiş ya da "kendinden çıkmış bir çift göz. Ve gözler asla
göz
değil. Belki çıplak vicdanlar. Veya göz çukurlarının
eşiğinde oturmuş, kaçmak için ferman bekleyen vicdanlar.
Acaba bu gözlerle bir andan daha fazla bakabilir misin?
Bugüne kadar sanırdım ki sadece güneşe bakılamaz. Fakat
bugün anladım ki bu göz deryasıyla da bakılamıyor...
Kaçtım. Sadece iki kez gidip geldikten sonra o topluluk
içinde hangi sıfırdan nice sonsuzlukları yaptığını rahat bir
şekilde görebilirsin. İşte o an güzel görme, hoş görme
vaktidir. Ve yeni başlamışsın. Yoksa böyle bir sonsuzluk
karşısında sıfırdan daha azını bile göremezsin. Aynen
deryada bir çöpsün. Tabi ki insan deryasında değil! Belki
bir
çöp zerresisin ve o da havada. Açıkça söyleyeyim: Deli
olmakta olduğumu gördüm; başımı ilk beton direğe vurup
patlamayı o kadar arzuladım ki... Meğer kör olmuşsun ve
"Sa'y" ediyorsun.
"Sa'y" den çıkınca pazarla karşılaşırsın, dar, her şeyin
birbirine yapıştığı
pazar. Bir köşeye oturdum.
Sırtımı "Sa'y"
yolunun duvarına dayadım. Bu "su birikintileri"nden biriyle
susuzluğumu gidermekteydim. Batılı bir yazardan
okuduğum kadarıyla "ferd" ve "cemaat" hükmüyle
düşünüyordum. Buna göre cemaat, he ne kadar "kendi"
kapsamı içinde daha büyükse de "kendisi" sıfıra daha da
yakındır. Kendimin böyle bir eşitlik içerisinde Ğayb âleminin
karşısında kendini, acılarını unutan bir doğulunun "ben"i
olduğunu anlıyordum. Cemaatle böyle. Ferdîleşme halinde
ise
itikafta ulaştığın temayüz derecesinde ulûhiyyet
iddiasında bulunan bir "ben". Tıpkı zındık! Meyheneî,
Bestamî ve diğerleri gibi veya Hind fakirleri
gibi. Görüyor ve anlıyordum ki bu "ben" toplum içinde,
cemaat halinde kendini "feda ettiği" oranda, ferdiyet
halinde "feda olmaktadır". Yoga, son riyazet sınırında
bundan başka neye erişiyor? Riyazet, riyazetkeş'e bir
emniyet, bir rahatlık verir. Ki eğer amel dünyasında, bu
bedenin dışındakini keşfetme dünyasında ona bir el yoksa,
kendi iradesinin nakşını kendi vücuduna vurabilir. Peki
öyleyse ferdin asaletiyle topluluğun asaleti arasında ne
fark var? "Sa'y"de kendi bağımızdan kaçar, kurtuluruz ve
hedefi "kendi"ni yok etmek olan bir eylem (amel)
yaparız,
gerek zihinde ve gerekse vücutta.
"Yoga" ile "kendi" bağımızda kalırız; yani kendi beden
alanımızın dışında amel gücümüz yok. Küçük bir alanla ve
kendi bedenimiz üzerinde hakir bir iktidarla iktifa ederiz.
"Sa'y"da topluluk otoritesini kabul ederiz; fakat sadece ğayb
alemi karşısında. "Yoga"da ise topluluk otoritesini sıfır
noktasına vardırırız, fakat yine ğayb alemi karşısında. Eğer
gelip bu bütünden "ğayb alemi"ni alsaydın, o zaman geriye
ne
kalırdı? İçinde bulunduğumuz bu sistemde, "fert" ve
"toplum"un hiç bir asaleti yok. Asalet Ğayb Âlemi'ndedir. Ki
pazara yapışmış. Şimdi ise
kumpanyanın ayakları altına
düşmüş.
Fert ve toplum, ebedî anlamlandırın karşısında geçici iki
surettir. Böyle bir çerçevede ancak, "âyetullah" ve "
zıllullah" ifadeleri anlam kazanır. Biz gerek fert gerekse
toplum olarak keşf ve amel dünyasının kapısını üzerimize
kapatmışız. Halbuki gerek fert, gerekse topluluk; fertten
topluluğa, keşfî ve amelî bir niyetle yürünülür veya
topluluktan ferde aynı niyetle geçilirse anlam kazanırlar...
Yoksa biz bin dörtyüz senedir "Sa'y" yapıyoruz. Binlerce yıldır
da
itikaf, inziva ve çile çekmelerimiz olmaktadır; fakat keşf
kasdıyla olmamış bütün bunlar. Diğer tarafın kendine yeterli
olması, kendini feda etmekle gerçekleşmektedir. Halbuki bu
kendi, cemaati cemaat yapan bir zerre olarak bile "kendi"
değildir; kesinlikle bir hiçtir, bir çöptür, ama (bin kerre
ama) bir iman veya bir korku havzasında anlamı olan bir
çöp. Bu yapıcı ve inşa edicidir. "Piramitler"den "Çin
Seddi"ne kadar. Çin'in kendisi... bu, boydan boya Doğu
demektir. Adem'in düşüşünden bugüne kadar.,
yapıcıdır." 21.
Umre/Küçük Hacc'ın Tamamlanışı
Yedinci Sa'y'in sonunda, Merve tepesinde İhram'dan çık,
tıraş ol, gündelik elbiselerini giy. Serbest ol. Merve'den
ayrılarak Sa'y alanını terk et, tek başına, susamış vaziyette,
ve
boş ellerle, İsmail'inin yanma koş...!
Kulak ver! Uzaktan, kaynayan suyun sesini duymuyor
musun?
Bak! Susamış kuşlar, uçarak, bu kurak kayalığın
tepesinden geldiler!
Zemzem, İsmail'in susuzluğunu gidermiş. Yaban ellerden
gelen bir kabile, bu hoş vadinin yalnızlığına son vermiş.
Yeryüzünün susamışları çölün uzak ufuklarından
zemzemin çevresinde çadır kurdular. Bu "susuz ve umutsuz
vadi" de bir şehir yükseldi taşlardan. Vahiy yağmuru
yağdı ve "özgürlük" ve "aşk"tan bir "ev" kuruldu orada.
Ve
sen, ey Sa'y'den dönen insan, öylesine susamış,
öylesine yalnız kalmışsın ki.... Ama yalnızlığın bitmek
üzere...
Zemzem, İsmail'inin ayaklarından fışkırarak çıkıyor.
Halk etrafında halka yapmış.
Sen
ne görüyorsun?
Bak,
Allah, evinin duvarına bitişik ev yapmış! Senin evinin
önü, Allah'ın Eyi'nin önü olmuş.
Ey
"Sa'y"den yorgun düşmüş insan, ey Hacı!
"aşk"a dayan!
Ey
"sorumlu insan"!
çabala!
Zira İsmail'in susamış.
Ve
ey "âşık insan"!
dile.
Zira aşk, mucize gösterir!
Sen
ey Sa'yden dönen Hacı!
"varlığının" susuz çölünden,"fıtrat"ının taşlaşmış
derinliklerinden bir pınar fışkırmış.
H A
C C
Kalbine kulak ver, yumuşak bir şekilde bastır, o zaman
sesini duyacaksın.
Merve'nin kayalığından çıkıp zemzemin yanına git!
Ondan iç, onunla yıkan ve temizlen;
Ondan al, kendi memleketine götür ve halkına armağan
et!
--------
Yayıncının Notu
Bu kitap, Şehit Ali Şeriatî'nin bizzat gözden geçirip
ilaveler
yaptığı ve "Öğretmen Şehid Dr. Ali Şeriatî'nin Eserlerini
Derleme
Bürosu"nun
Külliyat
arasında yayımladığı Farsça son
Hacc
baskısının
tam çevirisidir.
Şûra Yayınlan
Editörü
|